18 Mayıs 2012 Cuma

Başıboş Organlar...

      Geçenlerde anneannemi doktora götürdük. Hastanede organ bağış bürosunu görünce, hazır yanımda 2 tanık da varken organlarımı bağışlayayım dedim. Odaya girdim ama kimse yoktu. Kimse bağışlamadığından adam yerinde durmaktan vazgeçmiş olmalı. Bağış yapanların çoğu ailesinden ya da yakın çevresinden birini organ bulamama sebebiyle kaybetmiş, bağışın önemini anlamış kimseler. Her bağışlayanın organı da alınamıyor. Organ zarar görmemiş olmalı, kadavradan nakil de yapılmıyor sanırım. Bunun içinde mümkünse hastanede al canımı diyorum Tanrıya. Sokakta ölsem bunca yıllık yol arkadaşlarım boşa gidecek. Anam hemen bu yaşta ne bağışı dedi ama ölüm yaşa bakmıyor ki. Benimki bakmasın da, ev ahalisinden biri gidecekse ilk ben öleyim.

     Tuvaletin havalandırma penceresi bozuk ara sıra kapağı düşüyor. Bugün de oturmuş işimin bitmesini beklerken lan şimdi düşse kapak, şuracıkta ölsem ne kötü olur. Sfu'nun da etkisiyle ölümün her şekilde gelebileceğini öğrendim. Tuvalette ölüm... Bok yoluna gitmek böyle bir şey olsa gerek. Adam olmadığından daha organlarımı bağışlamadım ama bizimkilere vasiyet ettim. Sonra da düşündüm organlarım benim ardımdan neler derdi diye....

Gözler:  Ahh ben bu kızdan neler çekmedim ki. Sürekli kitap okudu, film izledi, tv seyretti. Ne güzel Türkiye’ye düştün, orada 3 kişiye yılda sadece 1 kitap düşüyor demişlerdi, lakin bu kızın günde 1 kitap bitirdiği vaki. Ortalamalara uysaydın ya güzelim. Gencecik yaşımda beni gözlüğe mahkum ettin. Bir de lens aldı ki, başa bela. Hele ki ilk zamanlarda. Lensi kolay takıyordu ama çıkartmaya çalışırken ağzıma sıçıyordu yani. Kıpkırmızı oluyordum. Az daha korneamı çizecekti. Hem erkek düşmanıydı da. Bir çift göze sevgiyle, muhabbetle bakamadım. Sadece öfke fışkırıyordum, ejderha idim sanki. İnşallah yeni sahibim beni düzgünce kullanır, kitap falan okumaz.

Yüz: İyi ki yüz nakli çıktı. Yoksa toprakta heba olacaktım. Tamam, topraktan geldik, toprağa gideceğiz de bu kadar erken gitmeye ne hacet. Hele ki Poena’dan yeni kurtulmuşken. Ay neydi o öyle, paso çikolata, cips, tatlı yerdi, sonra da neden benim sivilcelerim çıkıyor derdi. A be kızım, boğazına sahip olsaydın da çıkmasaydı. Delik deşik etti beni. Uzmanlar o kadar bağırıyor sivilcelerinizi sıkmayın diye ama hiç dinler mi? Sıktıkça sıktı, onlarda çıktıkça çıktı. Ahhh... Ahh... Gençliğime, güzelliğime doyamadım. Bir de suçu bana atmaz mı? Aynalardan kaçmalar, her gün bana lanet okumalar... Ben de sana okudum canım, ama duymadın. Yeni sahibimle güzelliğime yeniden kavuşmayı arzuluyorum.

Kol/Bacak:Temizlik sevdalısıydı bu kız. Tamam, yap da adam gibi yapsana. Oraya çaktı,buraya çaktı, mosmor olduk. Bir de garip hormonları da vardı ki bunun. Kıllarımız batık olarak çıkıyordu sivilcelerine yaptığı gibi bizleri de sıkıyordu, böyle koyu lekeler oldu. Kıllı olduğunu dünya alem biliyor zaten. Bir ara jiletle almaya kalkıştı. İyice orman olduk. Sonra epilatör, ağda kullandı da azaldık biraz.

Kalp: Valla ne diyeyim, beni çok az yordu. Heyecanla falan işi yoktu mevtanın. Güzel güzel geçindik. Büyük aşk acıları da çektirmedi bana. Biraz sevgisiz kaldım ama o kadar kusur kadı kızında da olurmuş.

Akciğer/ Karaciğer: Ne sigara ne de alkol kullandı. Yılbaşlarında azıcık içerdi ama onu da gençliğine verir, görmezden gelirdik.

Yemek Borusu: Ah o Poena yok mu? Yemekleri çiğnemeden hooop ağza... Lokmam büyük mü, küçük mü diye bakmaz ki. Önce yutar, sonra düşünürdü. Düşünmesi de ancak lokmalar bana takılıp acı verdiğinde. Her tarafım çiziklerle doldu. Hele ki balık zamanları. Hamsinin de kılçığından ne ola ki deyip atardı ağza. Onlar da beni yırta yırta geçerlerdi. Şimdi vazgeçti balık sefasından. Ben de kurtuldum bu cefadan.

Dalak: Kışlık kıyafetlerinden kurtulunca kilolarının farkına varırdı. Sonra da başlardı koşuya. Azıcık koşar, nefesi kesilir “ Benim dalağım şişti galiba, kansızlık da var biraz” deyip bırakırdı. Güzelim sorun bende değil, senin homini gırtlaklığındaydı. Ben görevimi paşalar gibi yapıyordum.

Mide: Poena mı? İyi ki geberdi o kaltak. Şuncacık ömrümde çekmediğim çile kalmadı.Oburun tekiydi. Sürekli sindirim yapmaktan gına geldi. Bizimki kilo alınca, midem de pek tembel, yediklerimi eritmiyor ki derdi. Anam 7/24 çalışamam ya. Biraz az yiyip dinlendirseydin ya beni. Ben de güzel güzel işimi yapardım. Bir ara vermedin ki yemeğe. Mutlu olur yer, üzüntülü olur yer, kızgın olur yer, sinirlenir gene yer. Hazır ondan kurtulmuşken uzunca bir tatile çıkıp dinleneceğim.

Böbrek: Mide çok çalışınca biz de çok boşaltım yapmak zorunda kaldık. Yaza yakın zayıflamak için başlardı litrelerce su içmeye. Ömrüm tuvalette geçecek galiba diye düşünürdüm ama baktı ki sadece su içerek kilo verilmiyor o da vazgeçerdi içmekten, günlük rutinimize dönerdik. Bunun anasında taş da vardı. Acep bende de olur mu diye epey telaşlandım ama sorun çıkmadan öldü sahip.

Apandis: Beni niye listeye kattı ki bu kadın? Apandis nakli yapılmıyor. Bari mikrofonu kapmışken konuşayım biraz. Atalarım, Nazi dönemi doktorlarınca bir işe yaramıyor denilerek alındı, çöpe atıldı. Lakin yarıyorum. Görevim, kalınbağırsaktaki mikropları yok etmek, hastalık yapmalarını engellemek. Poena’nın obur olduğu düşünülürse, epeyce boşaltım yaptık, bende ömrüm yettiğince mikropları temizledim.

Beyin: İlk başlarda aramız pek iyiydi. Göz kardeş bozulsa da bu duruma kitap okuyup kıvrımlarımı iyice arttırdı. Yüksek başarılar, pekiyi dolu karneler. Lakin ne olduysa ÖSS’den sonra bozuldu bu kızcağız. Geçenlerde ceza hocası “Zehir gibi çocuklar, derece yapıp geliyorlar buraya, sonra ne oluyorsa normal, makul, orta zekalı insan seviyesinin bile altına düşüyorlar” demişti. Aynen öyle oldu. Bir malaklaştı, bir durgunlaştı. Paso tv izliyor. Dekorasyon programları,izdivaçlar, kalitesiz diziler gırla.. Bir de hayal kurma merakı başladı. Evde yan gelip yatıyor, yapamadığı şeylerin hayalini kuruyor. Yavrucuğum hayalini kuracağına çıkıp yapsana. Daha gençsin, ne işin var senin emekliliğini planlamakla. Biraz salaktı da galiba. Hem uzun yaşamak istemiyor hem de emeklilik hayalleri kuruyordu. Gündüz kuşağı bu hale getirdi bunu. Bir ara silah alıp beynimi dağıtarak yaşamıma son vereceğim falan diyordu. Anaaammm dedim, parça pinçik edecek beni. Neyse ki ileri bir tarihe erteledi bunu. Ben de biraz teskin oldum.

Size kötü davrandığım için özür dilerim tüm organlarım. Lütfen hakkınızı helal edin.

15 Mayıs 2012 Salı

Barajı geçersem kızıma kardeş yapacağız...

       Çocuk doğurmanın hep kutsal bir şey olduğu söylenir. Ama bir şeyi kutsal yapan onun ulaşılmazlığı, korkuyla karışık saygı duyulabilir olması, gizemliliği, bilinmezliği değil midir? Kural olarak her kadın çocuk doğurabildiğine göre kutsallık orta malı haline gelmiş olmuyor mu?


       O zaman neden çocuk, çocuk doğurmak kutsal görülür? Mucizevi anlamlar yükleyip nüfusumuz daha arttırılmaya çalışılır, bakılamayacak bile olsa doğurdukça doğrulur?
      
     Erkekler için çocuk soyun devamını sağlaması açısından önemlidir. Genetik açıdan kız da soyun devamını sağlar. Ama erkekler soyun yanında soyadının da devamını ister. Bu nedenle erkek adamın mutlaka 1 tane erkek evladı olmalıdır. Bu durumda erkeklere yöneltilecek soru şu olmalıdır: Senin soyunun/soyadının kıymeti nedir? Sanki kendisi padişah da devletin devamı için bir şehzadeye ihtiyaç var. Soyadı açısından bakarsak da Yılmaz ya da Kaya soyadlı kimseler soyadım devam etsin çabasına girmemeleri gerekir, zira her yerde onların soyadaşlarından var. Eski zamanlarda yaşasak, kızsa başlık parası gelir, oğlansa tarlada çalışır, iş gücü olur denirdi ama günümüzde o da kalmadı. O zaman niye evlat istersin be adam?

       Kadın için çocuk bir nebze daha önemli kabul edilmiş. Ne de olsa cennet anaların ayakları altındadır. Bence yorumlanması gereken bir cümle (Hukukta da kanun maddelerinin yorumu yapılıp bir cümleden 10 farklı sonuç ve bir o kadar doktrin yaratılır ve öğrencinin bunları bilmesi istenir).

1.görüş: Tüm analar cennetliktir, sen de cennete gitmek istiyorsan anne ol.
2. görüş: Cehennem, cennetin üst katındadır. Tüm analar cehennemdedir, haliyle cennet anaların ayakları altında(ki kattadır).
3.görüş: Cennet anaların ayakları altında denilmiş, amma velâkin bütün anaların ayakları altında denmediğinden iyi analar cennete, kötü analar cehenneme gider.

      Şimdi ilk görüşü kabul edecek olursak tüm anaları yalnızca ana olmaları sebebiyle cennete gönderdik, bir diğer kalıp yargı olan ‘tüm şehitler cennete gider’ i de kabul edersek ve günümüzde herkese ...şehidi demeye başladığımızdan analar dışında kalanlar da şehitlik payesiyle cennete gider. Bu durumda cehennem içi boş bir kavram olur ve var olmasıyla çelişki yaratır. O zaman neymiş, 1.görüş geçersiz

       2.görüşü kabul edersek, iyi insan-kötü insan ayrımı yapmadan sadece ana diye bir kimseyi cehenneme göndermek olmaz. Zira cehennemi hak eden var hak etmeyen var. 2.görüş de geçersiz

       Doktrinde kabul edilmesi gereken ve benim tarafımdan da desteklenen 3.görüş en makul olanı. Öyle ana oldum, cennete gideceğim demek olmaz. 3.sayfa haberlerinde ne analar görüyoruz biz.

        Bence çocuk doğurmanın kutsal olduğu miti erkeklerce yaratıldı. Zaten bir şeyin saçma olduğunu gizlemek, onu eleştirilerden korumak istiyorsan ona kutsallık atfet. Kadının elinden her şey alınmış. Alamadıkları tek şey ne? Çocuk doğurmak. O da bir angarya zaten. Bunu gizlemek için de ona kutsallık yüklendi, cennet senin ayaklarının altında dendi. Kadın da elinde kalan tek şeyle, çocuğuyla gururlanmaya kalktı. Ne yapabilir ki? Ne siyasette, ne sanatta ne de hayatta bana yer yok, batsın bu dünya deyip intihar etmek yerine “aslanlar gibi çocuk doğurdum, anayım ben” deyip kendini aldatma, avutma yolunu seçti. Kutsal olduğu söylendiği için kadının bunu kötülemesinin de önüne geçildi. 9 ay karnında taşı, sonra doğum sürecinde birçok acı çek, sürekli ağlayan, yakınan bir evladın olsun, büyüdükten sonra da verdiği keder eksilmesin ama gene de seni, onu sevmeye mecbur bıraksınlar. Ama neydi analar kutsaldı demi.. Hadi oradan ya..Al kutsallık senin olsun.

        Benim gibi bu düzeni eleştirenlere de “Hele bir çocuğun olsun görürsün” denilerek müstehzi ifadeyle süzülmek kaldı. Zaten kalıp yargıları eleştirenlere hep böyle denmez mi? “Hele bir evlen görürsün”,“Hele bir çalışmaya başla görürsün”... Bunları duyunca hayatımı hiç yaşamamış gibi hissediyorum. Öyle değil mi ama? Sanki hayatım çalışınca, evlenince, çocuk doğurunca başlıyor. O zamana kadar ki tüm evreler boşuna mı yaşanıyor yani.

      Hangi aile biz bu çocuğu planlayarak, ölçüp biçerek yaptık, ona en iyi genlerimizi verdik, mükemmel olacak bu çocuk diyebilir. Çocuk, haz vermesi için yapılan eylemin yan ürününden başka bir şey değil midir? Cinsel birleşme ile amaçlanan haz almaktır. Çocuk ise bu ilişkiden doğan ve taraflarca ‘eee bir halt ettik, sonucuna katlanalım, çocuğu kabul edelim, sevinelim’ denilen bir varlık. Sperm ile yumurtanın buluşup kaynaşması. Sınavlar yaklaştı, sivilcelerim arttı diye iyice nefret etmekteyim bu ikiliden. Ne gereği vardı koşa koşa yumurtaya yapışmanın... On binlerce sperm vardı orda, niye beni yaratacak olan yarışı kazandı? Keşke başka bir sperm ulaşsaydı o yumurtaya. Bende var olmamanın mutluluğuyla dolsaydım. Hem bana sordunuz mu doğmak istiyor musun diye? Sorsalardı kesinlikle hayır derdim. Ne işim var benim dünyada. Bir sperm, kanalizasyona gitmeyeyim diye yapışmış yumurtaya, sonra da ben olmuşum. Ne muhteşem bir durum... Çocuk haklarına aykırı sayılsın bu hal. Benim de bir çocuk olarak yaşamayı istememe hakkım olmalı. Yeni anayasaya koysunlar bu hükmü.

NOT: Başlık, yarışma programına katılmış bir adamın konuşmasından alındı. Beyefendi kızına söz vermiş, eğer barajı geçerse kızına kardeş yapacaklarmış. Pazarlık konusu edilmiş, kızıyla yapılan anlaşma sonucu doğacak kutsal çocuk...Peeehhh....

8 Mayıs 2012 Salı

Bir zengin olsam..

      Ben gene kitaplarımı aldım yanıma, yatakta ders alışacağım güya. [ Bir araştırmaya göre üniversite öğrencilerin çoğu sınıfta uyuyup, yatakta ders çalışıyormuş. Ben de o öğrencilerdenim işte. Kendimi çok normal hissettim şu an, oysa hep farklıyım sanırdım. İşte ben yatakta ders çalışıp(eskiden çalışırdım şimdi sadece kitabın kapağına bakıyorum) , yemek yiyip, TV izleyip, çay-kahve içip, internete giriyorum ya yatak artık asıl işlevini yitiriyor (asıl işlev uyku aracı olması, fena fikirlere karşıyız) ve ben uyumak için yatağa girince uyuyamıyorum. Çünkü beyin alışmış yatakta sürekli bir faaliyette bulunmaya, ben uyumaya çalıştıkça ‘Kalkıp bir şey yapsana lan’ diye sinyaller yolluyor. Sonra sabaha kadar uykum gelsin diye tavadaki köfte gibi kendimi bir o tarafa bir bu tarafa çeviriyorum. Koyun da sayamıyorum zaten. Bir koyun atlıyor, iki de atlıyor, hadi üçüncü de atlasın derken bunlar sıralı düzene isyan edip çite akın ediyorlar. Ben, geçin sıraya olmaz ki böyle, nasıl sayacağım ben sizi, vallahi almam ağıla, kalırsınız dışarıda, kurtlar kapar sizi, diyorum ama kim dinler beni. İsyanı bastırmak için çabalayan zihnimde uyku falan kalmıyor. Resmen beynimle savaşıyorum ya. Bir konu üzerinde düşünmeye çalışınca da aynısı oluyor. Konuyla alakalı alakasız her şey zihnime üşüşüyor. Ben şimdi zengin olma hayali kuracaktım. Bu sırada ders çalışamamama (..mamama),bir araştırma sonucuna, uyku problemime, isyankar koyunlara, çarkı bozulmuş zihnime değindim. Kapa artık o parantezi.]
      Ders çalışmaktan daimi surette nasıl kurtulurum ve yaşamımı dilediğimce devam ettirebilirim derken keşke zengin olsam dedim ve daha zengin olmadan\olamadan zengin olduktan sonra yapacaklarımı planlamaya başladım(Pucca yaşar, Poena hayal kurar diye boşuna yazmadım ben).

---Şöyle 50 bin takipçim olsa, Okan çağırır beni Kraliyet Ailesinden birine. Teke tek konuşmada başarısız olduğumdan Kral Çıplak’a çıkamam. Muhabbet ve Muhallebi Kralı’na çıkacak kadar bilgi sahibi de olmadığımdan ( azıcık hukuk çalışaydın ya. Bir sorunla ilgili hukuki görüş bildirirdin) kaldı bana Medya Kralı. Programa da Okan Yalabık, Tarkan ( oha demeyin zaten ütopik bir yazı bu), Serhat Tutumluer, Devrim Evin gelsin. Bu adamların yanında bulunmak zaten heyecandan öldürmeye yeter beni, bir de o kadar seyirci izleyecek diye gerilirim ben. Gerilince çok sinirli olurum (Normalde de öyleyim ama burada bir ekstrem hal söz konusu olur). Okan da sağ olsun alay etmeyi sever. Programın sonunda ben ona bir tokat patlatırım (Hukuk okuyorum ama şiddete karşı değilim, mağdurun 18 ini aşmış erkek ve failin kadın olması koşuluyla). Ya da zihnimin beni sevmeyen tarafı ‘Rezil oldun salak, rezil oldun’ diye diye kalp krizinden öteki tarafa yollar beni. Ben en iyisi konuşmayayım. Onlar konuşsun, telefonlara cevap versinler, ben alayım elime bir kitap, onu okuyayım. Evet, evet öyle yapayım. Hem magazin haberlerinde ‘Programına çıktı, ama Okan’ı tınlamadı’ falan derler. Ünüme ün katarım böylece.

---Çıkışta Okan Yalabık’ı bizim eve mi atsam ha. Nasıl konuşayım ki ben onunla? Yazarak anlaşamaz mıyız? Bu utangaçlık başa bela. Azıcık bile olsa hoşlandığım hiçbir erkekle konuşamamışımdır. Konuşsam bile hep onları aşağılamış, azarlamışımdır, kendilerini sevdiklerimi anlamasınlar diye. Gözler kalbin aynasıdır, derler ama yalan yani. Benimkilerden yalnızca öfke fışkırıyor. Ya da bu erkekler okuyamıyor gözleri. Zihin okuyucu araçların üretilmesi için teşvikte bulunayım ben. Hem bilimi destekliyorum derim hem de kendimi ifade etmenin çaresini bulurum. Ben bunları düşünürken Okan çoktan evine gitmiş olur, ben de evime atarım kendimi.

---Evi İstanbul’dan alırım. Site içinde, bahçeli, dünyadan ırak bir yer olmaz. Nişantaşı, Cihangir, Taksim gibi bir yerde olsun. Araba da alırım ama şahsen kullanmam. Trafikte o kadar bekleyemem, arkadan biri selektör yapsa ya da korna çalsa beysbol sopasını kaptığım gibi indiririm camlarını. Sonra polisler, mahkeme....Ünlüyüm diye basın da gelecek . Offf yani.. Yürüyerek giderim ben her yere.

---Bir Hollywood filmi de çektiririm. Kadın başrolde elbette ben varım. Hatta filmde yardımcı kadın oyuncu ödülüne aday olacak kıymette biri yer alamayacak. Erkek başrolde Matthew Macfadyen, yardımcı erkekte Okan Yalabık( ben niye taktım ki bu adama)/Edward Norton/Andrew Buchan’ı düşünüyorum. Senaryoyu da ben yazarım. En iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu ödülünü ‘Oscar goes to Poena’ repliği eşliğinde alırım. Ödülü kim versin? Kim versin?..Hımmm.... Kevin Spacey. Ödülü alırken bir öpücük kondururum ben ona, sonra da ülkeme, aileme, başta Matthew olmak üzere tüm film ekibine ve beni bugüne getiren takipçilerime teşekkür ederim.

---Kütüphane kurma hayalim vardı ama o makul emeklilik ikramiyesi için kurulmuş bir hayaldi. Bu kadar ünlü ve zengin olduktan sonra niye kendimi kütüphaneye kapatayım. Evde okumaya devam ederim.

---En son hayalim de Ay’a gidebilmek. Gidecek her Türk’ün yapacağı gibi bende öncelikle Türk bayrağını dikerim. Yanıma tartımı da alıp Ay’daki yer çekiminin azlığının güzelliğiyle (ne tamlama oldu be vaaoovvv) tartıdaki hafifliğimin fotosunu çeker, profile koyarım. Son resmim de bu olacak zaten, çünkü geri dönüş yolunda bilinmeyen bir sebepten dolayı uzay mekiğimiz kaybolacak ve biz uzay boşluğunda yanarak öleceğiz, küllerimiz tüm evrene dağılacak. İşte mutlu son.

      Ben gidip kitaplarımı açayım gene. Hiç mi cezbedici olmaz şu kitaplar. 1000 sayfadan az hukuk kitabı yazılmaz, yazılsa da basılmaz, basılması teklif dahi edilmez, hadi basıldı diyelim kitabın yazarı gelmiş geçmiş tüm akademi aleminin lanetine maruz kalacaktır diye bir kural mı var acaba. İçindekiler bölümü 100 sayfa olur mu ya, birçok hikaye kitabından daha kalın.