25 Temmuz 2012 Çarşamba

Kar beyaz mendiller...

          Yaz tatillini bitirmek üzereyken doktor işini aradan çıkarmaya karar verdim. Bana kalsa bir ömür daha kendi kendime söylenebilirdim (Benden nefret eden benliğim bu fırsatı kaçırmak istemezdi çünkü). Ama sıcak havada fondöten başa bela bir malzeme oluyor. Her insan gibi terliyorsun, mendilini çıkartıp yüzünü ve boynunu siliyorsun. Mendili katlarken bir de bakıyorsun ki kar beyaz mendil sapsarı olmuş. Bunu diğerleri görmemeli diyerek binbir çaba ile mendili cebine, çantana vb. bir yere tıkıştırıyorsun. Sonra aklına başka bir düşünce geliyor. Şimdi ben yüzümü silerken fondöteni de silmiş oldum mu? Tam o anda az önce buruşturulup atılan mendil görüntüsü zihninde beliriyor. Canhıraş fondöteni tazelemek için bir yer bulmaya çalışırken bir yandan da yüzünü elinle kapatmaya çalışıyorsun. O küçük kırmızı lekelerin böylesine sıkıntı olduğu yaz aylarında daha da hissediliyor.                  
       
        İşte tüm bunlardan kurtulmak için doktora başvurdum. Randevuyu alırken kadın doktor istediğimi de belirttim. Cinsiyet ayrımcılığı yapmıyorum tabi ki. Ama erkek doktorlar sivilceyi bir hastalık olarak görmüyorlar. Onlar da hep zor ameliyatlara girme, kahraman olma düşüncesi var. Trafik kazası geçirmiş 5 yaşındaki sevimli kızın, sevimli kalbini sevimlice ameliyat etmek, bir futbolcunun kopmuş bacağını yerine dikmek, nikah masasında beyin kanaması geçiren bir kadını yeniden yaşama döndürmek....
       O erkek doktorlar böyle kahramanlık hikayeleri düşlerken ben, çikolata yemekten yağ tarlasına dönmüş yüzüm ve kırmızı lekelerimle onun önünde beliriyorum. Adam tabi ilgilenmez benimle. Birkaç basit ilaç verip gönderir beni eve. Benim lanet yüzüme etki etmeyecek, narin lekeler için yaratılmış bu ilacı bir süre kullanırım. Neticede doktor bir sonraki hastası için kahramanlık hikayelerini kurmaya başlayabilir, bense geçmeyen sivilcelerimle kalakalırım.
                   Bu yüzden kadın doktordan randevu aldım. Hastane pek kalabalık değil. Doktorun kapısının önünde birkaç kişi var ve kapı koluna yapışmış bir kız. Giren çıkan herkesin ardından söyleniyor. Haliyle dikkatimi çekiyor. Yüzünde bir şey yok. Bronz bir teni var, denize gitmiş olmalı, güneş lekesi olabilir diyorum ama kız bana arkasını döndüğünde bu teorim de yalanlanıyor. Bacağında da bişey yok. Niye geldin lan o zaman? Bize nispet yapmak için mi? Ne kadar pürüzsüz bir cildim var onu da doktor tarfından tescillemeye geldim, sizi pis kokuşmuş suratlılar, diyebilmek için mi? İçten içe büyüyor bu sinirim. Kız içerdeki bir amca çıkar çıkmaz dalıyor odaya. Doktor kışkışlıyor bunu. Sıra almamış, acelesi varmış bla bla... doktor git dışarıdakilerden izin al diyerek öfkeli kalabalığa salmış bu narini. Zaten bişeyin yok defol git allasen diye içimden söylenirken içeri giriyorum. Malum sorunumu söylüyorum. Kadın daha ergenlik dönemindesin (ben hala ergen miyim.. ne zaman kurtulcam bundan), izleri tedavi edebilmek için öncelikle var olan sivilceleleri çıkarmak gerek ( Ne..ne..sivilce çıkarmak...daha fazla sivilce çıkarmak...bu kadarı yetmedi mi sana, allahım sen yardım et bana..), şu ilaçları kullan 1 ay sonra kontrole gel dedi. Ben üzgün, ben yorgun, ben korkmuş bir şekilde çıktım dışarı.
             Eve gelene kadar rapunzel sıcağa söylendi. En nefret ettiğim insan hali. Sürekli sesli şekilde yakınmak. Sıcak havalarda sıcak, soğuk havalarda çok soğuk diye inlemek. Sanki sadece o keşfetmiş bu durumu. Herkes muzdarip havadan. Sen söyleyince hava değişiyor mu? Yok. Peki ben havaya bir şey yapabilir miyim? Yok. Daha ne söyleniyorsun o zaman. Sıcak\Soğuk havaya bir de senin dırdırın eklenmesin.
             Eve geldikten sonra annem ilaçları almaya gitti. Monodoks ve azelderm. Bir şey ummuyordum bunlardan. Tüm doktorlar tedaviye en basit ilaçtan başlıyorlar. Bunları kullan sonra gel bakalım. Ben ilaçların etkisini görmediğimden daha da gitmiyorum kontrole. Ama asıl tedavi o 2. gidişte başlıyor. Ama ben gitmiyorum işte. Benim gibi kaç insan, doktorların basit ilaçları yüzünden tedaviyi bırakıyordur. Bizimle oyun oynamasınlar böyle. Doğrudan etkili etkili ilaçları verseler. Bende kurtulsam sivilcelerden.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

İstanbul'u Anlamak 3

1\07\2012       
       Bugünkü hedef Sultanahmet ve çevresi. Önce müzekart sırasındayız. Her şeyi bu karta bağlamışlar. Kart olmadan müzeye girilmiyor. Bazı sarayları Kültür Bakanlığından çıkarıp Milli Saraylar Dairesine bağlamışlar ki müzekart oraya geçmesin ekstra para talep edilsin.
       Doğru sırada mıyız diye birine soru sorulacaktır. Ahanda bunda tam Türk tipi var deyip birine soru sorduk ama adam artık Arap mıydı Afgan mıydı bilmiyorum bön bön baktı bize. Çevremizde o kadar çok yabancı var ki Türkleri seçemiyoruz artık.  Müzekartı alıp ve 30 TL mizi orada bırakıp Ayasofya’ya yollanıyoruz.
       İlk Ayasofya II. Constantius zamanında yapılmış, daha sonra İmparator ve imparatoriçe ile sorun yaşayan patriğin sürgüne gönderilmesi üzerine halk isyan etmiş ve güzelim yapıyı yakmışlar. İkinci Ayasofya II.Theodosius tarafından yaptırılmış, bu yapı da Nika isyanı sırasında yakılmış( halkın sanata garezi olmalı). Üçüncü Ayasofya ise 532-537 yılları arasında dönemin kanun kitabı ius civile yi yaptıran I. Justinyen tarafından yaptırılmış ve günümüze dek gelmiş. O şartlara göre yapılmış en mükemmel eser. O şartlara göre dedim ama bence günümüz teknolojisiyle de böyle bir yapı inşa edilemez. Adamlar taşları üst üste koyduk, al sana bina dememişler.
       Bakımsızlıktan mıdır, hırsızlıktan mıdır, yoksa zamanın gelip geçiciliğinden midir bilmem mozaikler bayağı hasar görmüş. Bazı bölgelerde koca resimde yalnızca bir yüz falan kalmış. Sıvalar yer yer dökülmüş falan. Allah Fatih’ten razı olsun, kendisi İstanbul’u aldığında yapıya zarar verilmesini engellemiş, yoksa bizimkiler Meryem’dir, İsa’dır, peygamberdir  demez talan ederlerdi. Ancak o da benden bir iz kalsın diye koca koca tabelalar astırmış her yere. İstanbul’u aldım, en büyük ibadetgâhınıza da bastım damgamı dercesine.
        Tarihte en sevdiğin Osmanlı hükümdarı kim diye sorulunca hemen Kanuni derdim. Adının Kanuni olmasının ( Ben hatırlamıyorum ama 12 yaşlarındayken kuzenimin anket defterinde ne olmak istersiniz sorusuna astronot ya da hakim diye yazmışım. Ben hep lisedeyken hukuka yöneldiğimi sanıyordum. Gerçi çocukken öyle olmak istesem bile şimdi o kadar net isteyemiyorum. Ayrıca hukukla astronomi ne alaka ya. Ancak benim gibi hem realist hem de hayalperest ruhları içinde barındıran biri bu 2 mesleği aynı anda ister.) yanı sıra Hürrem’le olan ilişkisini, ona olan aşkını seviyordum. Ne romantik bir sultan diyordum. Ama büyüdükçe ve özellikle Muhteşem Yüzyıl’dan sonra ona olan ilgim azaldı. Fazla duygusal, fevri biri bence. Aşka duyduğum saygıyı yitirmem de etkili oldu. Güce olan saygı devri başladı. Ve Fatih’i sevmeye başladım. İstanbul’u bu kadar seven birinin Fatih’i sevmemesi imkansız olur. Fatih kafa adamı, düşünce adamı, başarı adamı. Kanuni denilince akla hemen Hürrem geliyor. Aşkı tüm siyasi, askeri başarılarının önünde. Ama Fatih denilince akla hemen İstanbul geliyor. Fetih filmine kadar eşinin adını bile bilmiyorum. Çünkü onun özel hayatı, döneminde önemli roller oynamamış. Belki Kanuni’den daha çok sevmiştir eşini. Belki ona dizeler yazmamış, onun için oğlunu öldürmemiştir ama sevmiştir. Bende sevginin bu gizli halini seviyorum. Milyonların diline düşmek değil, aşkımın yalnızca ben ve sevdiğim kimsece bilinmesini istiyorum. Fatih koca koca tabelalar koydun diye sana sitem ettim ama vallahi seviyorum ben seni. Sendeki hoşgörü ne Kanuni’de ne de Yavuz’da var.
Fatih’in bu önemli korumasından sonra diğer muhafaza da Atatürk döneminde gerçekleştiriliyor.  Osmanlı döneminde insan resimleri yasak olduğu için mozaiklerin büyük bir kısmı sıva ile kapatılmış. Atatürk bunların gün yüzüne çıkarılmasını istiyor. Benim söylendiğim o tabelalar da kaldırılıyor ama menderes döneminde yeniden yerlerine çakılıyorlar. Günümüzde ara ara Ayasofya geçmişteki haline yeniden döndürülsün, ibadete açılsın denilmekte. Madem geçmişe dönülsün deniliyor, o zaman cami değil kilise olmalı. Hem Fatih’in torunlarına böyle bir hoşgörü yakışır. Ayrıca müze olması, o esere verilen değeri gösterir, onu daha korunaklı yapar. Cami olsun falan deniliyor da Sultanahmet’in hali ortada. Ayak kokuyor koca cami. Bu mu istenen şey? Ülkemizde cami eksiğinin olduğunu sanmıyorum. Hatta o kadar çok cami inşaatı var ki yakında her eve özel bir mescit yapılsın diye bir açılım başlatılırsa hiç şaşırmayacağım.
Ayasofya’da huzur bulduktan sonra Alman Çeşmesini, Dikilitaşı, Yılanlı Sütunu falan gördük. Daha sonra da Pargalımın sarayına şimdiki Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne gittik. Batı sanatına düşkün İbrahim’in sarayında resimler falan varmış ama bizimkiler adamı öldürmekle kalmayıp evini de talan etmişler. Her yere bildiğimiz beyaz badana yapılmış. Türk ve İslam eserleri diye de taş, maden ve kilim koymuşlar. Hatta kilimleri de başka camilerden alıp getirmişler. Biz yağma kültüründen hiç kurtulamayacağız galiba. Her şey yerinde güzel, niye ordan buradan toplayıp getirirsin ki.
Sarayın odaları dizide gösterildiğinin aksine pek küçüktü (Dizileri referans almak o kadar iyi değil). Odadan odaya girerken acep hangisi Nigar’ın diye tahminler geliştirip durduk.
En geniş salonu kilimlere ayırmışlar. 3 m ye 8 metre dev gibi bir kilim gördük. Kilimlerdeki her motifin aslında bir anlamı vardır. Keşke buna ilişkin bir bilgi verselerdi de biz de kendimizi halı bakmaya gelmiş gibi hissetmeseydik. Zaten İbrahim’in sarayının bu halini görünce içim cız etti. Sıcak havadan bunalmışız, bir yandan da görevliler bizi takip edip duruyordu. Hırsız mı zannettiler bizi biye düşünüyoruz. Bir gümüş takımlığın önünde bu ne kadar ederdi diye fikirler yürütüyorduk, adamlar bizi duydu galiba. Ama nasıl çalabiliriz ki? Her yerde kamera var, eserler camın içinde sergileniyor. Kilimler açıktaydı ama onlar da pek büyüktü. Vinç gerek kaçırmak için.
Turlamayı bırakıp dışarı çıktık. Rapunzel gene telefonla konuştuğu için bizden geride kalmıştı. İçeri almamışlar onu. Meğer müzenin kapanma saati gelmiş. Görevliler de bizi bir an önce kışkışlamak için peşimizdelermiş. Söyleselerdi çıkardık canım. İbrahim’in üzüntüsü bir yandan sıcak diğer yandan. Eser diye koyduklarında da bir şey yoktu zaten. Müzeye göre Türkler yalnızca taş yontmuş, maden işlemiş ve kilim dokumuş.
Çıkışta o Hatice’nin etrafı seyre daldığı balkonlardan birini alacak şekilde fotoğraf çektirdim. Ahh.. ahhh.. O kadının yerinde ben olacaktım. Kocam bir dahi, abim muhteşem bir sultan.Hem abimi vahim hatalar yapmaktan engellerdim, tarihe Hürrem yerine ben damga vururdum.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

İstanbul'u Anlamak 2

      Sabah erken kalkıp kuzenimin yanına gittik. İstanbul’dayken kaldığımız evde şimdi o oturuyor. Apartman girer girmez burada geçirdiğim yıllar geldi aklıma. Bu İstanbul yolculuğu bir geziden ziyade geçmişe dönüş gibi oldu zaten. Tavan küçülmüş galiba, bir şey mi yaptılar diye sordum. Sen büyüdün Poena, ondan küçük göründü gözüne dedi kuzen. Ben büyüdüm değil mi? Kocaman oldum.    
            Oradan çıkıp Şirinevler’e kadar yürüdük. Yol boyunca yemediğimiz laf kalmadı. Buranın erkekleri kendilerini evrenin sahibi görüyorlar. Ankaradakiler sadece bakıyorlar, bunlar ısrarla laf atmaya devam ediyorlar.
     Eminönü otobüsüne doluştuk. Otobüsler iyi ama istanbulkart işi olmamış. Burada ikamet etmeyenler için büyük zorluk. Napcaz biz? Hiç düşünmediniz mi dışarıdan gelenleri? Halk otobüslerinde de kart isteniyor. Oysa onu İETT den ayıran tek şey kart olmadan binilebilir olmasıydı. Şimdi ne fark var İETT ile halk otobüsü arasında. Al onları da kamulaştır o zaman.
        Eminönü’ne iner inmez balık kokusu karşıladı bizi. İstanbul’dayken haftada 2 defa balık yiyen ben Ankara’ya gittiğimden beri elimi sürmedim onlara. Oraya gelinceye kadar bayatlıyorlar sanki, böyle ölü ölü bakıyorlar. Buradakiler taptaze. Adamlar denizde tutup hemen pişiriyorlar. Hijyenik değil ama neydelim. Yemekten sonra kuşlu camiye girdik. Dur ya.. Giremedik ki camiye. Bizimkiler avludaki kapıya dizilip fotoğraf çektirmeye başladılar. Zaten her 3 adımda bir fotoğraf molası veriyoruz.
        Sonra güzel kokulu Mısır Çarşısı’na girdik. Orada da çıktı fotoğraf makinesi meydane. Otları koklarken, kahve fincanlarını tutarken, çantalara bakarken, mesaj yazarken, gülerken, şaşarken... Her hallerini kare kare fotoğrafladılar. Aynı pozlar Galata Kulesi’nde de verildi. Kuzenim sayesinde yeni bir batıl inanç daha öğrenmiş oldum. Bir dilek tuttuktan sonra kulenin etrafını içimizden sürekli bu dileği tekrarlayarak bir kere turlarsak dileğimiz gerçekleşirmiş. Batıl inanç dediğime bakmayın hemen yaptım tabi ki. Gerçekleşirse yazarım artık.
Oradan da Taksim’e kadar yokuş tırmandık. Taksim..Taksim..Taksim.. İnsan...İnsan... İnsan... İstanbul insan kusuyor artık. Çok bunalmış bu şehir. Yüzölçümü Ankara’nın yarısı ama nüfusu onun 2 katı. Tayyip İstanbul’a vize getirelim dediğinde Ankara’dan bağırıyordum ‘O kimmiş de bizim İstanbul’a girmemize engel olur, seyahat özgürlüğümüz var’ diye. Ama buradan bakınca haklı olduğunu görüyorum. Ben daha radikal davranacağım. İstanbul nüfusunun azaltılması gerek. Bu kadar insanı kaldırmıyor bu şehir. Gördüğüm bu yer benim çocukluğumun şehri değil. İstanbul kendine has havasını yitirmiş, kültür başkenti olmaktan uzaklaşmış. Sanayi, kültür, turizm, liman, ticaret, moda, eğitim.. şehri. Bir şehre ne kadar fazla sıfat yüklersen o kadar fazla değersizleştirmiş olursun. Nasıl ki bir insan aynı zamanda doktor, mühendis, avukat olamazsa, bir şehirde bu kadar niteliği bünyesinde barındıramaz. Gemi yapmak için Karadeniz'de yer kalmadı, tersaneler acilen taşınmalı. İstanbul sanayi şehri de olmamalı. Kamu binalarının merkezlerinin de İstanbul'a taşınmasından vazgeçilmeli. İstanbul bir kartpostal şehri gibi olmalı. Gez, gör, dolaş, foto çek ve git. Turizm ve kültür şehri niteliğinin yanı sıra tarihi binalar korunmalı. Hatta İstanbul bütünüyle sit alanı sayılmalı.
Taksim’de Saint Antione'a da uğradık. Seneye sınavı kazanıp hakim olayım dileğiyle bir mum yaktım. Kilise eski ve pek güzeldi. Tarih güzeldir. Tarihi binalar da güzeldir. Bak o Topkapı surları hala duruyor. Ama yeni olan her şey yıkılıyor. Özenli yapılmıyorlar. Çünkü çok insan, çok ihtiyaç var. Bu talebi karşılamak için de hemencecik kartondan binalar inşa ediliyor. Yazıktır İstanbul’uma. Onu da alıp yanımda mı götürsem? İstanbul Ankara’nın kucağında biraz dinlensin.
Taksim güzeldi hala. Fazlasıyla üniversal olmuş. Bir yanda kara çarşaflılar, diğer yanda mini etekli Avrupalılar. Garip bir şehir olmuş. Zaten İstanbul’a geldiğimden beri dilimden düşmeyen tek kelime bu,garip.

10 Temmuz 2012 Salı

İstanbul' u Anlamak 1

     Sıcak...Sıcak.. Saat sabahın 7 si olmuş ama ben hala ayaktayım. Otobüs biletini 9 a almıştım, hiç uyuyamadan bindik metroya. Bırak İstanbul’u git yatağına uyu diyen tembel ama biraz haklı iç sesimi bastırıyorum. Metro işe giden insanlarla dolu. Tatil sembolü koca valizimizle binince insanlar bize imrenerek baktılar. Herkesi deniz, kum, güneş isteği sarmış olmalı. Bir yanda sıcakta çalışmak zorunda olmak, diğer yanda dinlenme isteği. İnsanoğlunun en büyük cehennemi değil mi zaten hayal ve gerçek ikileminde yaşamak zorunda kalmak...
             Zor bela kendimizi otobüse attık. Ver elini uykunun kollarına. Mola yerine kadar uyumuşum. Bolu tünelini de göremedik. Artık dönüşte görürüz.
 İstanbul sınırına girdiğimizi, rapunzelin gereksiz bir sorusu üzerine bölünen uykumdan sinirle başımı sağa çevirip gördüğüm tabeladan anladım. Uykusuzluktan dolayı ne bir sevinç ne de bir mutluluk hissettim. Zaten duygu özürlü bir kimseyim, uykusuzluk iyice zombi yaptı beni.
  İstanbul’a girer girmez binalar karşıladı bizi. Köy kent ayrımı kalmamış burada. Her yer şehirleşmiş. Ama şehirleşme denilen şey yalnızca bina dikmekle kalmış. Kültürel olarak batmış burası. Çocukluğumun şehri katledilmiş. Tabi o zaman bilmiyordum bu gerçeği.
            Boğaziçi Köprüsü’ne geldiğimizde nefesim kesildi. Orman ve deniz. Yeşil ve mavi. Denizden geçen NS Leader adlı bir gemisi. Hala güzel bir şeyler kalmış burada. İstanbul denildiğinde aklıma hep köprü geliyor. Şuracıkta ölseydim keşke...
           Çok trafik yoktu şansımıza. Ankara çölündeyken İstanbul’un toprağını öpeceğim demiştim ama toprak falan hak getire. Her yer asfalt olmuş. Asfalta da yapışacaktım ama amcanın teki otobüsü yıkadığı suyu foşşş diye yere dökünce vazgeçtim bu düşüncemden. Sıcaktan asfalt kokmaya başlayınca çok durmadan terk ettik orayı. Yengeye biz geliriz eve dedik ama nasıl gelecez. İstanbul 6 ayda bir yenileniyor. Sora sora metroyu bulduk ama bilet satan yer yok. Tüm jetonları doldurmuş bir kutuya. Yakında her şey otomattan satılacak. Ankara metrosunda yan yana oturuluyor, burada ise yüz yüze oturma düzeni benimsenmiş. Soğuk memleket Ankara’da insanlar başkasının yüzüne bakmak istemez ki.
         Turizm şehri olduğundan duraklar İngilizce de söyleniyor. Lakin station yıldız teknik üniversitesi ne la. Üniversiteyi niye Türkçe söylüyorlar.  Garip bir hal olmuş.
       
      Metrodan çıkıp Şirinevler köprüsüne geldik. Köprünün başına zina suç sayılsın diye kocaman bir pankart asılmış. Ne oluyoruz hacı... Beni böyle mi karşılayacaktın İstanbul.. Beni beni.. 6Sütunda okuyan bir hukukçuyu... Acelemiz olmasa pankarta bir suikast düzenleyecektim.
    
     Şirinevler de New York gibi olmuş. Her yer mağaza ve tabela. Ama insanları boktanlaşmış. Abazanlar sarmış etrafı. Yarım kollu tişört giydiğim halde abuk abuk bakıyorlardı. Minibüste kardeşim bir erkeğin yanına oturmuştu. Adam yol doyunca ters ters bakmış. Ankara’ya laf ediyorum ama asıl medeniyet yeri orası. İstanbul Afganistan’a dönmüş.
         Şehir sineklerin de istilasına uğramış. Bataklığa dönmüş diye boşuna demiyorum ben.