2 Aralık 2013 Pazartesi

Sınavlar ve Ben


  İlk çok katılımlı sınavım LGS (Liselere Giriş Sınavı) idi. Dershaneye falan gitmemiştim. Sınava 1 ay kal test çözmeye başladım. O da laf olsun diye. Sınav yeri Bakırköy'dü. Sabahın köründe kalkıp gittik. Saat o kadar erkendi ki biz okula gittiğimizde hademe daha yeni okulu süpürmeye başlamıştı. Bizde bir sahil yapalım dedik. Parkta oturduk, ben biraz sallandım. Sonra okula döndük. Karanlıkça bir sınıfta soruları cevapladım. Birkaç ay sonra da bir anadolu lisesine girmeye hak kazandığıma dair kağıt geldi. Adıma düzenlenmiş, beni ciddiye alan ilk belge. Sonraki 4 yıl boyunca ÖSYM ile irtibatı kestik. Zaten benden sonraki sene LGS değişti, OKS oldu. Hatta FOX da OKS Anneleri diye bir dizi bile yapıldı. Sınavlar yalnızca çocuğun değil tüm ailenin meselesi haline geldi.     
       Lise sonda gene yollarımız kesişti ÖSYM ile. Bu sefer adına şarkılar yapılan, hatta film çekilen sınav, gençlerin korkulu rüyası ÖSS için başvuru yaptık. Liseye dershaneye gitmeden girmiştik ama üniversite için yardım şarttı. Son sene yazıldık bir dershaneye. Sayısız soru çözdüm. Bir sürü kitap, fasikül okudum. Ama hiç tedirgin değildim. Herkes korkuyordu, ya yapamazsam, ya kazanamazsam diye. O sene boyunca 1 kez bile aklıma kazanamama ihtimali gelmedi. Yılın başında kazanmak istediğiniz üniversite ve bölümleri yazın diye 5 maddelik bir kağıt vermişlerdi. Ben yalnızca 2 tane yazdım. İstanbul hukuk ve Ankara hukuk. Hoca niye diğerlerini de doldurmadın diye sormuştu. Gerek yok dedim. Gerçekten de gerek kalmadı bir 3. tercihe.
       ÖSS ye Yenimahalle'de girdim. Uzak olmayan ama şehir içinde medeniyetten bağımsız bir ortamdı. Biraz erken gitseydik belime kadar boy atmış çayırların içinde piknik yapabilirdik.
        Dershanenin deneme sınavlarında kendi bölümüm olan eşit ağırlık sorularının yanında SOS 2 de çözüyordum. Çünkü bazen Mat2 de bir soruya takılıp kalıyordum, biraz inatçılık edip aynı yöntemi tekrar tekrar deniyordum. Tabi ki yanıt çıkmıyordu. İşte bu noktada Sos2 ye geçiyordum. Onları güzel güzel yanıtlayıp Mat2 ye geri dönüyordum. Kısa süreli belleğim zayıf olduğundan eski yöntemi unutup yeni bir bakış açısıyla soruyu çözüyordum. ÖSS de aynısını yaptım. Hatta abartıp Fen2 ye de baktım ama öyle bakakaldım. Sonra kitapçığın başına dönüp kontrol işlemini gerçekleştirdim. Zaman sorun olmadı. Sonuç SOS2 de Türkiye 102. si , EA da 1200 lerdeydim.
       Sınav sonucunu aldıktan sonra tüm tercihlere hukuk yazarak tercih listesinin tamamını dolduramadım. Biraz da boş kalsın dedikten sonra son tercihime ÖSYM ile dalga geçercesine Ankara Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi yazmıştım. Aldığım puanla onun arasında o kadar büyük bir puan farkı vardı ki bölüme yüzyılın 1. si olarak girebilirdim. Yanlış tercih kurbanı olarak kütüphaneci olabilirdim yani. Keşke olsaydım.... Kitaplar en sevdiğim şey. Ama ondan daha çok sevdiğim şeyler vardı o zaman: Para ve güç. Bu sebeple birinci tercihim olan 6sütuna girdik.
      Benden sonraki sene gene sistem değişti. Yılların ÖSS'sini bir kalemde silip YGS, LYS kardeşlerini getirdiler ve ben gene 4 yıl boyunca gene ÖSYM'nin kapısına uğramadım. Yılsonunda adli ve idari hakimlik sınavlarına  girmem gerek. Onun öncesinde bir pratik yapayım, ÖSYM'nin kalemi, silgisi nasıldır diye YGS' ye başvurdum. İtiraf ediyorum tek sebep bu değildi Eğer yüksek puan alırsam sırf öğrenci kimliği almak için tercih yapacaktım Hatta tarih yada sanat tarihi kazanırsam tekrar okumayı düşünüyordum.
      Sınav yerimiz Keçiören.10 daki sınav için 8.20 de sınav yerindeydik. Bekle bekle bekle. Beklemek kadar yorucu bir şey olamaz. Neyse ki hali hazırda bir üniversitemiz vardı. Kazanamasak bile 6sütun bizi bağrına basardı. Saat 9'u biraz geçe bizi içeri aldılar. Yeni yapılmış bir ilkokul. Küçüçük bir sınıf ve minicik sıralar. Bünyem amfilere alışmış, o kadar garipsedim ki. Mevcudu yüzlerle ölçülen sınıfımın yanında 15 kişinin olduğu bir sınava girmek çok gerdi beni. Okulun içine de erken girmiştim, çıkıp gitsem mi diye düşünmedim değil. Duvarda İngilizce fiillerin çekimleri vardı, onlarla oyalandım. Sonra sınav başlamasına yakın bir amca geldi (ahh bu amcalar) tam arkama oturdu ve başladı burnunu çekmeye. Biri arkamda yüksek tonda nefes alsa bile ürperen ben sınav boyunca ne yapacağımı kara kara düşündüm.
         Veee sınav başladı. Paragraf okumaktan gına geldi. Ben dilbilgisi çalıştım o kadar, bilsem kitap okurdum sadece. Tarihe az çalışmıştım ama yorum ve eski bilgiler sayesinde onları da yaptım. Felsefeye hiç çalışmadım ama onu da yaptım. Coğrafyaya çalıştım onu da yaptım. Aslında ben çalıştım çalışmadım diyorum ama tüm YGS hazırlığımı yalnızca son 1 hafta yaptım. 4 yıl önce bayağı çalışmıştım. Daha çok onları hatırlayarak çözdüm sanırım. Yoksa hukuka 1 hafta çalışsam o dersten kalırım yani. Matematiği de yaptım demek isterdim ama ÖSS'deki kadar iyi yapamadım. Fene de biraz el attım. Bu sefer ilk 5000 de yer buldum kendime. Hacettepe sanat tarihini kazandım. Ama 6 sütunun bürokratik işlemlerinin uzaması sebebiyle diplomamı geç aldım. Haliyle kayıt yalan oldu. Kul hakkı yemeye çalışırsan böyle olur Poena.
      Daha sonra bir KPSS macerası yaşadım. İlk kısımda vitaminsiz kalasıca veletler yüzünden zaman problem yaşadım. Hukuk kısmında ise süre fazlalığı ancak benim çözebileceğim alan kısmının azlığı, ilk 150 dk dolmadan çıkamamak vb. bir süre şey sebebiyle hayatımı gözden geçirdim, ben mezun olup ne yapacağım dedim, Prens Henry üzerine hayaller kurdum, bir çay olsaydı da içseydik ... öyle işte. Sonuçta bir sürü puan topladım ama hiçbiri  işime yaramadı.
      Veee özlemle beklediğimiz sınavlardan ilkine, idari hakimlik sınavına, katıldım. Para yatır, ÖSYM bürosunda saatlerce bekle, sonra bakanlığa belge tesliminde bulun. Sınava gir. Netice mi? Şu ana kadar karşılaşmadığımız bir şey. Kocaman  bir 'KAZANAMADINIZ' ibaresi. Tabii ki beklediğim sonuç buydu. Çünkü sınava hiç çalışmadım. Tamamen bilinçli bir tercihti bu. 4 yıllık hukuk eğitimi yorgunluğunu evde dinlenerek atmak istedim. Ama şu ibare içime oturdu. Kocaman yahu. Pankart yaptırsaydınız. Bizimkilere daha önceden benden bu sene bir şey beklememelerini belirtmeme rağmen bir hayal kırıklığı hissetmedim değil. Başka hayal kırıklığı yaşatmam umarım.
      Önümüzdeki maçlara bakıyoruz. 22 Aralık'ta da adli hakimlik ve savcılık sınavı var. Ona da çalışmadım. Şimdiden 'KAZANAMADINIZ' ibaresine alıştırayım kendimi.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Son...

     Veee...Veeee...Veee... Şu an itibari ile son kontrolüme gitmiş ve artık roac bağımlısı olmaktan kurtulmuş durumdayım. 234 gündür bu nihai sonu beklemekteyim. Gerçi henüz tam anlamıyla mutlu bir son yaşayamadım ama yüzüm daha da düzelir diye düşünüyorum.
     Hadi roac bilançomuzu çıkaralım. Kutu kutu aknetrent ve zoretanin, onlar kadar olmasa da bir o kadar hametan, yaklaşık 7 tane lipstick, 1 tane blistex, 1 kutu ürederm, bir sürü vücut losyonu/el kremi, sayısız sivilce ve komedon, bir o kadar da leke. Son 7 ayım işte bunlarla geçti. Ha bir de litrelerce su içtim. Yüzüm ilaca başladığım halimden daha iyi, ama şu lekeler olmasa daha da mutlu olacağım. Çukurluklar da olmasın. Güneş koruyucusuna rağmen yüzümde beliren birkaç leke de olmasın. Tüm bunlardan sonra bir 15 cm kadar da boyuma eklersek bekle beni Miss Turkey :)
      İlaçla ilgili daha fazla yazmak isterdim ama sınavlarım var. Bir ay kadar sonra detaylı yazarım artık. Kontrolden sonra doktordan yüz soyucu bir şey vermesini istedim ama yaz ayında olmaz, hem biraz yüzün dinlensin, eğer lekeler geçmezse veririz dedi. Onun dışında güneş koruyucusu olarak ben nivea kullanıyordum, Avene emülsiyon spf 50 yü önerdi. Dermacos anti imperfection spot gel i günde 2 defa yüzüme sürecekmişim. Yeni sivilce oluşumunu engelliyor ( o kadar ilaç kullandım, hala sivilce çıkarsa aknetrent ve zoretanin fabrikalarını yakarım vallahi), leke ve çukurluklara iyi geliyormuş.
        Şimdi resimler...


   
       Yoldaşlarım Hametan, Bepantene- Evigen, Ürederm Lipo, La Roche Posay Effeclar H Köpük, Avene Clean Ac Creme


İlaçlar

 Pek faydalı uyarılar içeren prospektüs

Hizaya geçin bakayım....

14 Nisan 2013 Pazar

Haydi Bakalım...

   
   İlaca başlayalı tam 203 gün oldu. Sivilce, siyah nokta, kapalı komedon hepsi gitti. Yani ilaç işe yarıyor. Tabi götürdüklerine karşılık bana yeni elemler getiriyor. Ellerimde kızarıklar ara ara beliriyor (birkaç gün iyi nemlendirince geçiyor), şiddetli değilse de sırt ağrılarım oluyor (az su içmekten demişler ama 3 lt içiyorum günde el insaf), saçımda dökülme ve pullanmalar var (bepanthene sürmeyi biraz ihmal ettim gibi), dudaklarım  bir iyi bir kötü (ona çare yok), cildim o kadar kuru ki değil bıçak, tırnak, saç telim bile derimi çizebilir hale geldi. Lekeler de duruyor hala. Kullanmam gerekn 240 mg kalmıştı. Bunu kullanmayayım, doktor görmekten gına geldi artık, gitmek istemiyorum diye düşündüm sonra bu lekeler ne olacak belki onlar için bir ilaç verir diye ikinci kez düşünüp gittim kontrole. Yalnız çok fena tırsmaktayım. Ben kontrolden 3 gün önce (ilk düşüncem 1 hafta idi ama dayanamam diye 3 e indirdim) tatlı yemeyi bırakırım, kolestrol azıcık düşük çıkar dedim. Dedim ama karşı konulamaz bir gücün etkisi altına girdim. Ne miydi bu güç? Tabi ki Alman çikolataları. Orada yaşayan akrabalar ne zaman Türkiye'ye gelse ne güzel akrabalarımı göreceğimden önce yaşasın Alman çikolatası yiyeceğim diyorum. Adamlar içine ne katıyor bilmem ama yok böyle bir lezzet. Aynı markanın, aynı ürününü, aynı ambalajla burada da satıyorlar ama o tat başka. Belki de psikolojik. Almanlar ne eylerse güzel eyler, yakışıklı bir Hans bunun içine sevgisini katmıştır diye düşünüyorum galiba. Çok düşünüyorum ben galiba.
     Neyse işte çikolataları hüplettik. Sabahın köründe kalkıp doktora gittim. Tabi tüm karşı çıkışlarına rağman fondötenimi sürerek. Her yiğidin farklı yoğurt yiyişi vardır diyenden randevu aldım, ilacı önceden yazdığı için gerekirse öğleden sonra sonuçlar için gitmem doğrudan ilacı alırım diye akıllılık yapacaktım. Ama ucuz oyunum çabuk bozuldu.Odada fondöten düşmanı vardı. Allahım sen benden ne istiyorsun diye lanet edip hiçbir sızlanma belirtisi göstermeden kontrole geldiğimi, hiçbir sorunum olmadığını (o kadar ay ilaç kullandım bu lekeler hala geçmedi şimdi ben sıkayım mu sizlerin topuğuna haa dememek için tuttum kendimi), zaten kullanmam gereken yalnızca 240 mg kaldığını söyledim. Yüzün iyi görünüyor dedi, fondö.. dedim ha sen fondöten kullanan kızsın dedi hemen. Kaç aydır gelmiyorum ben sana hatırlamak zorunda mıydın beni, bari böyle hatırlamasaydın, hayır biri de iyi özelliklerimle ansın beni (sanki var da). Alıştı herhalde durumuma bir şey demedi. Diğer doktor gibi ilacı hemen yazmadı, o kolaycılığa kaçıyor, sonuçları inceleyip ona göre vermek gerek dedi. Hımmm rekabet, eleştiri, dedikodu her meslekte var imiş a dostlar. Banane sizin tıp polikanızdan ya. Sonra testi istedi gönderdi beni.
      Kan verirken gene bir hemşire ne için gelmiştiniz dedi. Yüzüm deyince, bence çok iyi görünüyor dedi. Acaba bizim aynada mı problem var, yoksa yeni bir sağlık polikası mı bu? Hastaya ya sen aslında iyisin, yok bir şeyin diyerek sağlık harcamalarını azaltmaya mı çalışıyorlar, gizli bir genelge mi gönderdiler hastanelere. Bir sürü leke var hatun, kör müsün nesin sen. Yoksa ben mi körüm? Yok benim lensim var, gözlüğüm var. Hem onlar sadece 1 dakikalık bir izlenime göre değerlendirme yapıyorlar, hem de medikal bir değerlendirme. Hastanın yüzünde sivilce var mı?Yok. Eee o zaman iyisin sen( ki ben sivilcenin doktorlarca bir hastalık kabul edildiğinden bile şüpheliyim). Bense 22 yıldır bu yüze dolaşıyorum, bir sorun varsa bunu en iyi benim bilmem ve bundan en çok benim rahatsız olmam doğal değil mi? Sen kanı aldın ve unuttun beni. Oysa ben eve gideceğim, aynada gene kendimi göreceğim, gene lanetler edeceğim ve gene bu yüzle yaşamaya devam edeceğim.
        Kanı verdikten sonra eve döndüm. Öğleden sonra yusuf yusuf halde sonuçlar için gittim. Kolestrol 273 ten 223 e düşmüş. Ben bu bedenimi anlamıyorum. Geçen sefer daha az tatlı yedim, rekor seviyeye ulaştı, bu sefer daha fazla çikolata yedim, neredeyse normal çıktı. Alman çikolatasının bir başka işte ya. O kadar yedim ama kolestrolümü etkilemedi. En azından bunun için bana söylenemez diye mutlu oldum. Tabi bu duygu da kısa sürdü. 240 mg yerine günd 40 mg dan devam edeceğim. Belirlenen doz minimum seviye idi, onu aşsam bir şey olmaz imiş. Bir ay daha yarık dudakla, kurumuş ciltle dolaşacağım yani. Yılın yarısından fazlasını ilaç kullanarak geçirdim. 5 ayda bitiririm ben bunları derken 8 ayı aşacağım. Allah belanı versin emi sivilce.

21 Mart 2013 Perşembe

Halamın Mirası....



        'Halam öldü mirasçı olabilir miyim?' soruna cevap olarak google neden beni yönlendirdi bilmiyorum ama adamım doğru yerdesin. Gerçi sen çoktan paranı ya da havanı almışsındır fakat diğer mirasbekleyiciler için amme hizmetinde bulunalım ve bu soruya bir cevap arayalım.
       Şimdi halanın yazılı bir vasiyetnamesi varsa öncelikle ona bakılır. Ülkemizde yaşayan halalar tarfından pek tercih edilmeyen bu sistemi daha sonra değinmek üzere bir kenara bırakıyorum.
      Eğer halanın vasiyetnamesi yoksa yasal mirasçılık dediğimiz durum ortaya çıkar. Yasal mirasçılık kişinin kan hısımlarının mirasçı olmasıdır. Ölenin akrabaları zümre dediğimiz belirli sınıflara ayrılır. Bu sınıflar belli oranda ve belli bir sıraya göre mirasçı olabilirler. Türk hukukunda 3. zümreye kadar akrabaların mirasçı olması mümkündür. Eğer 4. zümredeysen mirasçı olamazsın. Bunu yanısıra zümreler birarada da mirasçı olamaz. Öncelikle 1. zümrede biri var mı diye bakılır, eğer varsa miras bu zümredekiler belirli oranlara göre paylaşır. 1. zümrede mirasçı varsa 2. ve 3. zümre bir şey alamaz. Eğer 1. zümrede hiç kimse yoksa miras 2. zümreye geçer, orada varolanlar mirası paylaşırlar. 2. zümrede mirasçı varsa 3. zümredekiler ofsayta düşer ve pay alamazlar. Eğer 2. zümrede de hiç kimse yoksa miras 3. zümreye geçer ve oradakiler mirası paylaşır. Hadi diyelim bu garip mirasçının 1., 2. ve 3. zümrede mirasçısı yok, miras hukuku gereği miras 4. zümreye geçmez. İşte tam bu noktada devlet baba ortaya çıkar, bu adam sahipsüz değüldür der, önce cenazeyi kimsesizler mezarlığına defneder sonra da mirasını cebine...
     1. zümre, 2. zümre deyip duruyoruz ama nedir bu zümre? Zümre dediğimiz şey mirasbırakanın( yani mevtanın) akrabalarının belli bir düzene göre sınıflandırılmış hali. Soyağacı gibi bir şey. 1. zümre mirasbırakanın altsoyudur: çocukları, torunları, torun çocukları, torunun torunu, onun börtüsü, onun böceği...
     Eğer mirasbırakanın bir çocuğu varsa bizim yeğen mirastan pay alamaz. İşte çocuğun çocuğu, torunun çocuğu vb. varsa da pay alamaz. Tamam mı yeğen?
     Eğer bu halanın hiçbir çocuğu, torunu vb. yoksa yani 1. zümre mirasçısı yoksa miras 2. zümreye geçer. 2. zümrede kimler var bakalım? Ana, baba, kardeşler, yeğenler, yeğen çocukları... Ahanda bir yeğen lafı geçti diye bizim yeğen sevinmeye başlayabilir. Ancak başka bir miras hukuku ilkesine göre (zümre başlarının önceliği ilişkisi) eğer anne VE baba hayatta ise sen pay alamazsın yeğen. Burada VE kısmı önemli çünkü eğer anne ve babadan yalnızca biri yaşıyorsa gene pay alma imkanı doğar. Tabi bazı başka ölümlere de gerek var.
     3.zümreye girmeyeyim çünkü bizim 2. zümrede en az 1 mirasçımız yani yeğen var. Kısaca değinecek olursak 3. zümrede de büyükanneler, büyükbabalar, amcalari teyzeler, halalar, dayılar, kuzenler vb. var.
      Şimdi durumu somutlaştırmak için bir kurpratik tasarlayalım:
     Ali ve Ayşe evliler. Bunların Ferhat, Mecnun ve Şehrazat adında 3 çocukları var. Ferhat ise Şirin ile evli. Bunların ise Yavuz, Sultan ve Selim adında 3 çocukları var. Mecnun ise bilindiğ üzere Leyla ile evli ve onları da Fatih, Mehmet ve Avni adında 3 çocukları var. Şehrazat ise Onur ile evli ( Şehriyar diyeceğim sandınız demi ama ters köşeye yatırdım. Binbir Gece'ye selam olsun). Bunların ise Dünyazad, Masal ve Peri adında 3 çocukları var. Bunlar aile geleneği gibi niye sürekli 3 çocuk doğurmuşlar denilebilir. Cevap başbakan öyle istedi diye, 3 ün hikmeti ne ise artık.
      Bizim ölen halamız Şehrazat. Miraz peşindeki yeğenimiz de Yavuz. Yavuz mirası nasıl alır?
      Öncelikle Şehrazatın 1. zümre mirasçısı var mı ona bakılır. 1.zümre mirasçıları kim idi? Mirasbırakanın altsoyu. Yani Çocukları, torunları vb. Şehrazat'ın 1.zümre mirasçıları Dünyazad, Masal ve Peri. Bunlar ve varsa bunların çocukları, torunları falan ölmüş olmalı. Artık doğal yollarla mı ölürler, kim vurduya mı giderler bilemem. Orasını sen düşün Yavuz. Ama bilesin ki bunlardan biri bile yaşarsa sen miras alamazsın.
     Doğal veya doğal olmayan yollarla 1. zümrede kimse kalmadı. O zaman ne olur? Miras 2. zümreye geçer. 2. zümrede kimler var bakalım: Ali, Ayşe, Mecnun, Ferhat, Yavuz, Sultan, Selim, Fatih, Mehmet, Avni (Amanın pek de kalabalıkmış burası). Ben  az önce  ne dedim? Zümre içinde öncelik vardır, eğer zümre başları yaşıyorsa (örneğimizde Ali ve Ayşe) onların altsoyları pay alamaz. Ama Ali Ve Ayşe dedim. Bunlardan biri ölmüşse ölenin payı onun altsoyuna geçer. Yani Ali ölmüşse onun payı çocuklarına, torunlarına geçer( zümre iç halefiyet ilkesi). Biz kabul edelim ki Ali de Ayşe de ölmüş. O zaman miras kime kalır? Ferhat ve Mecnun'a. Nedennnn? Zümre içi öncelik. Eğer mirasbırakana senden daha yakın biri varsa pay falan alamazsın kardeşim. Ama demokraside çare tükenmez. Eğer senin üstsoyun( anne, baba) ölmüşse sen onun yerine geçersin. Hani Ali ve Ayşe ölünce onların yerine Ferhat ve Mecnun geçmişti ya Ferhat ölmüşse onun payı çocuklarına, Mecnun ölmüşse de onun payı kendi çocuklarına geçer.
      Şimdi yeğen Yavuz'un pay alması içn ortadan kaldırılacakları belirleyelim:
  1. zümre mirasçıları Dünyazad, Peri, Masal
  2. zümrede Ali ve/veya Ayşe, Ferhat
 Eğer bunlar mirasbırakandan önce ölürse Yavuz pay alır. Yalnız diğer mirasçılarla birlikte ( Şehrazat'ın eşi Onur, yaşıyorsa Ali/Ayşe, amcası Ferhat, amcası ölmüşse çocukları Fatih, Mehmet ve Avni, ayrıca kendi kardeşleri Sultan ve Selim) pay alcağı için ulan hiç almasaydım daha iyiydi diyecek hale gelir. En iyisi biz küçük bir katliam yapalım. Şehrazat'ın ölümüne yakın anne acısıyla çocukları Dünyazad, Masal ve Peri yok oldu diyelim. Ali ve Ayşe yaşlılıktan ölsün. Amca Mecnun zaten çöle düşmüştü onu gaip ilan ederiz, çocukları Fatih, Mehmet ve Avni bu kederden ölür zaten. Sultan ve Selim'e de bir el atarsın Yavuz tüm miras sana kalır. Ancak Şehrazat ölmden önce gerçekleşmeli bu ölümler.
     Ayrıca tüm bu ihtimaller Şehrazat'ın yazılı vasiyetnamesi olmamaı ihtimali üzerine kurulu. Eğer halanın bir vasiyetnamesi veya miras sözleşmesi varsa ve senin adın bu belgelerde hiç geçmiyorsa Yavuz için söylenecek tek söz kalır. Onun için de bknz. Babayı almak

9 Mart 2013 Cumartesi

Uzlaşı...



     Yine bir hastane yazısıyla karşı karşıyasınız okuyucular. Tabi hastane öncesi gelişmeleri yazmalıyım. Roac a başlayalı 167 gün oldu. Henüz roac kutusuna ulaşmış değilim. Ama zoretanin ve aknetrent bağımlısı sayılabilirim.
     Geçen aylara oranla vücudumda müthiş bir kuruluk var. Güneş cildi, soğuğa göre daha fazla mı kurutuyor acaba? Ya da aldığım doz arttıkça kuruluk artıyor mu? Şu yazıyı okuyan bir doktor bana cevap versin lütfen. Hametan bittiği için 3 gün kadar elime normal krem sürdüm. 2. günde elimde kırmızı kabarcıklar meydana geldi. Ulan ben daha yüzümü düzeltemedim bir de bana el çıkarma diye vücuduma söylenip durdum. Bir de sadece sağ elimde var. O da kuruluktanmış. Krem de neymiş ki deyip vazeline boğdum elimi. Biraz düzeldi gibi. Dudaklarım da iyi. Blistex sayesinde. Ben seni neden daha önce kullanmadım. Nivea ile dudağıma işkence etmişim. Sürdükten sonra dudağımı yalamamayı başarırsam (o kadar güzel bir tadı var ki, çok ferahlatıcı) 40 dk kadar nemlilik sağlıyor. Niveayı da çok kötülemeyeyim renkleri iyi ama nemlilik konusunda blistex ayarında değiller. En azından roac kullanırken yetersiz kalıyorlar. Saçlarımı da ihmal ettim. Onlar da sağolsunlar hemen nota verdiler bana. Kuruluktan kepeklenme oluştu. Hemen eczanaye koşup bepanthene ve evigen aldım. Eski hallerine geri döndüler. İlaç bittikten sonra da bunları yapmak zorunda kalmam umarım. Saça ayrı ilaç, ele ayrı ilaç, vücuda başka krem, yüze başka krem. Bu ne be.
     Perşembe okulu asıp doktora gittim. Bu sefer fondöten düşmanına göründüm. Kendisi gene bulanmış fondötene. Ama bu sefer farklı davrandı. Roac kullanıyorum dedim, yüzüme bile bakmadı, sonra elimdeki kızarıklıkları söyledim, kendisi lütfedip baktı, sonra ilaçtandır deyip bilgisayar ekranına geri döndü. Daha sonra 'Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var. Bugün benimkini göreceksin. Ben testten önce ilacı yazıyorum' dedi. Banane senin yiğitliğinden, banane senin yoğurdundan. Sanki çok farklı bir şey yapıyor. Ne yapayım alkış mı tutayım? Yüce buluşunu tüm dünyaya takdirle mi anlatayım? Ne yaptın yani, alt tarafı bir ilaç yazacaksın. Önce, sonra ne farkedecek. Gene de sonuçlar kötü çıkarsa sorun olmaz mı diye uyarı vazifemi yerine getirdim. Olur da ilaç dolasıyla bir zarar görürsem benden günah gitti, ben söylemiştim ona diyebilmek için. Sonuçlar kötü çıksa da doz azaltılmazmış hemen. Ya iyi çıkarsa arttırmak zorunda kalırsanız diye itlik yapacaktım ama her zamanki gibi bu fikir aklıma evde kaldım. Oradayken tamam, teşekkürler deyip çıktım dışarı.
     Sonra eve geldim muhteşem yüzyılı izledim. Orada da şu gerçeği farkettim ki bu tıp dünyası birleşmiyor. Bizim hocalar hep der 2 hukukçunun bulunduğu yerde 3 farklı doktrin olur. Tıpta da aynısı var. Şimdi bu Hürrem'in elindeki kızarıklıklar için önce saraydaki hekim kadını çağırıyorlar o diyor ki çöven otu ve ahlat akdiken otundan bir merhem hazırlayalım. Daha sonra Kanuni'nin süt kardeşi Yahya Efendi geliyor. O da diyor bir merhem hazırlayalım şahtere otu, sarımsak, at kuyruğu otundan. Aynı hastalığa 2 farklı çözüm. Bir birleşin lan. Bir uzlaşın lütfen. Hele bir yumurta meselesi var ki dillere destan. Yumurta kolestrolü yükseltir mi yükseltmez mi? El kadar yumurtayı bir o fikre bir bu fikre sürükleyip durdunuz be. Gerçi bu yumurta da pek tekin değil. Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan diye başka ikilemlere de bulaşmış utanmadan.
     Öğleden sonra sonuçlar için gittim. Ben şimdi elimde bu kızarıklıklar belirince (günah çıkarma seansı başlasın....) biraz tatlı yedim. Benim için küçük ama insanlık için büyük biraz. 2 tane halley, 1 tane kakaolu süt kadar biraz. Hemde testten önceki gün. Gerçi ondan önceki günlerde de yedim biraz biraz. Bu ve benzeri sebeplerle kolestrol 273 çıktı. Doktor abur cubur yeme deyip beni postaladı. Bende eve gelir gelmez dankek yedim. Diğer kontrole daha çok var. Zaten bu ayda kullandıktan sonra kullanmam gerek 240 mg kalmış. Onu da haydi haydi verir. İlaç bitince ben ne yapacağım ya. Müthiş bir boşluk beni bekliyor.

2 Mart 2013 Cumartesi

Kalbimi azar azar...



      Ocak bitti, şubat bitti ve mart geldi. Ve geldi ile özlemle martı beklediğim anlaşılmasın. Kediler için önemli ama benim için olağan bir ay yani. En fazla takvimde şubat kısmını yırtarım o. Zaman ne çabuk geçti ya. Ben daha yılbaşını hatırlıyorum. Zaman geçiyor tabi. Bazen iyi, bazen kötü, çoğunlukla da bomboş...
     İlacı kullanalı 160 gün oldu. Ama iyi ki kullanmışım cümlelerini hala sarf edecek konumda değilim. Acaba roac kullanmadım diye mi?  Muadili diye aknetrenti, zoretanini tutuşturup gönderdiler elime. Oysa bir halt olmadı. Hala bir sürü leke var. Çarşamba gününe randevu aldım. Doktor gene diyecek fondöten yasak diye. Sanki ben keyfime sürüyorum. Ben de özledim sabah yataktan kalkınca elimi yüzümü yıkayıp dışarı çıkabilmeyi. Her gün fondöten sürmek için vakit harcamamayı, ya da gün içinde silindi mi, aktı mı diye düşünmemeyi, kıyafet denerken bir yere bulaştı mı diye kontrol etmemeyi, ansızın misafir geldiğinde kapıyı açmak yerine odaya koşup kendimi fondötene bulamamayı.Ama olmuyor işte. Hiçbir şey istediğim gibi olmuyor. Ne beynime ne bedenime sahip olabiliyorum. Puffffff
     İbrahim Paşa ile teselli oluyordum. Onu da elimden aldı bu zalım senaristler. Tarih, dram dizisi olarak başlayıp yer yer gerilim, savaş ve en sonunda korku, gizem türüne girmeyi debaşardılar. Bir büyümüz eksikti o da oldu tam oldu. Biz seviyoruz galiba böyle büyü, cin, gibi olağanüstü şeyleri (Ya da zorla sevdirmeye mi çalışıyorlar). Ama en çok Nigar ve Rüstem Paşa'nın hali beni düşündürüyor. Mr and Mrs Smith misali her ikisi farklı taraflara çalışıyor. Gerçi filmdeki gibi sonda bir aşk hikayesi olmaz,çünkü Rüstem ile Mihrimah'ı baş göz edeceğiz biz. Malkoçoğlu ile Mihrimah'ın arasını da bozdu. Yazık bu Mihrimah'a ya. Taşlıcalı'ya meyletti olmadı, Malkoçoğlu'na gitti olmadı. Garibim sonunda Rüstem'e kaldı. Yazıklanacağım diğer kişi de Lütfi Paşa. Sultan eşi olunca dünyayı fethetsen boş. Kadın bir olmaz diyor öyle kalakalıyorsun paşa.
       Süleyman'a da uykular haram oldu. En çok bunu sevdim. Bir adama onca yıl dostum de, sonra adamı boğdurt, ardından da tek gözyaşı dökme. Olacak iş mi bu. Gerçi günahını almışım, Hürrem için bir sürü şiir yazan Muhibbimiz İbrahim'i de unutmamış ve şu dizeleri yazmış:
"Kalbimi azar azar İbrahim,
Yaktın ama çaresi mümkün değil.
Beni bir ateşe bıraktın ki,
Nemrut'un ateşi ona benzer delil."
 

  Onca yıllık  dostluğu şu 4 dizeye sığdırdın ya aferin sana Süleyman. Gerçekten muhteşemsin. Otur yüz.
     Mr and Mrs Smith'den sonra diğer film atıfı da Fight Club'a olmuş. Aynı zamanda dejavu da söz konusu. Gün gelir devran döner, Hürrem, Mahidevran'dan dayak yediği yolda bu sefer Hatice Sultan'ı döver. Tarih tekerrürden ibarettir diye boşuna demiyorlar. Yeni bölüm fragmanı da yayınlanmış, ama hiçbir şey anlaşılmıyor. Hürrem nasıl yakayı kurtaracak acaba? Çok merak ettim şimdi.

12 Şubat 2013 Salı

Hürrem Sultan yahut Bir Babanın Dramı...

       Pazar günü Büyük Tiyatro'da Hürrem Sultan oyunu vardı. Kendimi altın gününe gelmiş gibi hissettim. Salon ağzına kadar kadınla doluydu. Özellikle de orta yaşlı kadınlarla. Sanırım muhteşem yüzyıl oyuna olan talebin artmasını sağlamış. Oyunu diziden  sonra programa koydular. Bu durumda karşımıza 2 ihtimal çıkar. Ya hazır dizi varken bir de tiyatro sahnesinde boy göstersin Hürrem. Sonuçta insanlar diziden sonra tarihi mekanlara akın ediyor, biraz da tiyatroya gelsinler, para kazanalım diye düşünmüş olabilirler. 2. ihtimal ise biz dizideki gerçekliği sevmedik, zaten bizim ecdadımız öyle değildi, alın size gerçek Hürrem, gerçek Süleyman diye bir karşı çıkış başlatmak amacıyla oyunun sahnelenmesini istemiş olabilirler. Neyse biz komplo teorilerini bırakıp oyuna dönelim.
   
    Oyun başlamadan önce mor bir perde vardı sahnede. İlk baktığında eğik çizgilerden oluşmuş alelade bir perde işte diye düşünüyorsun. Sonra dikkatimi biraz daha verince ya bunlar Davut yıldızına benziyor sanki dedim. Hakikaten öyle. Geçen eyes wide shut filmi üzerine bir inceleme okumuştum. Filmdeki illuminati, gizli semboller, masonik ögeler falan derken beynim dolmuştu. Ondan çok etkilenmiş olmalıyım ki böyle garip şeyler dikkatimi çekiyor. Davut yıldızının illuminatideki karşılığı nedir, ne işe yarar bu sembol bilmiyorum ama vardır bunda bir hikmet diyorum. Ya aslında Hürrem'in Yahudilikle bir ilgili bir durumu vardı. Bir düşünceye göre Hürrem Hıristiyan değil Yahudi imiş. Kızı Mihrimah'ı Yahudi Rüstem ile evlendirmiş, oğlu Selim'i de gene Yahudi Nurbanu ile baş göz etmiş. Ne kadar doğrudur şu an bilemeyeceğim.
      Oyun başlayınca mor perde kalktı. Topkapı esintisi taşıyan çini dolu bir dekorda Hürrem Sultan belirdi. Konuya gelirsek malumunuz işte Şehzade Mustafa'nın öldürüşünü anlatıyor. Hürrem, Mihrimah ve Rüstem ile şer ittifakı kurup yavaş yavaş Süleyman'ı etkiliyor daha sonra da yaşanan olaylar neticesinde Süleyman ölüm emrini veriyor.
      Oyuncu seçimleri güzel. Yalnız Şehzade Mustafa öldürüldüğü sırada 30lu yaşlarda. Ama oyundaki adam daha yaşlı gözüküyor. Aslında ben Mustafa ile çok ilgilenmedim. Gözüm Şehzade Bayezid'e takıldı kaldı. Adama çok yakışıklı diyemem, sanırım rolü ile ilgili bir durum bu. Çok etkileyeci hali, tavrı. Diğer eleştirim ise Şehzade Cihangir ile ilgili. Kendisi 18 yaşında ama çocuk gibi konuşturmuşlar. Kambur ve biraz hassas olduğunu biliyoruz ama bu şekilde konuşması gerekmez herhalde.
       Oyunda Süleyman'ımız gene ikilem içerisinde. Oğlumun gözü beni tahtımda mı, değil mi? Mustafa'yı öldürsem mi öldürmesem mi? İnsan bu kadar kararsız olunca seçim yapma ve ihtimallerden birini gerçekleştirme de başkasına kalıyor. Mustafa uzakta olduğu için bu şansı Hürrem değerlendiriyor.
      Sefer sırasında Rüstem'in oyunlarıyla halk padişahımız çok yaşlandı, seferde başımızda Mustafa'yı görmek isteriz gibi cümleler sarf etmeye başlayınca Süleyman işkilleniyor, sorguya çekmesi için Mustafa'nın yanına Rüstem'i yolluyor. Mustafa ise babasının onu yanına çağırıp doğrudan sual edeceği yerde araya 3. şahıslar sokmasına sinirlenip önce bu yaşananlarda bir suçu olmadığını söyleyip ardından şu sözleri sarf ediyor: "Bizim size verecek ne cevabımız olabilir? Bu fitnede suçumuz yoktur diye yemin mi edelim? Kendimizden özge, kendi sözümüzden gayri tanıklar mı bulup getirelim? Babamıza bizim için delalette bulunmanız için ayaklarınıza mı kapanalım? Babamız gururludur biliriz, suçlu zan eylediği evladını çağırıp da ondan hesap istemeyecek kadar gururlu. Ya biz? Biz neyiz? Biz de o babanın oğlu değil miyiz? Bir sual doğrudan bize sorulmadıkça susmamız gururumuz icabıdır. Bunu devletlü pederimizin bilmesi gerekmez miydi?" Bunları dedikten sonra benim sana başka sözüm yoktur, git suçlu muyum değil miyim kendin araştır deyip Rüstem'i postalıyor. Böyle babanın böyle oğlu olur. Ne olur gidip bir konuşsaydın sanki.
        Bu arada bizim Süleyman'ımız gene fetvaya sarılır. Paşa'mızın ölümüne sebep Ebusuud Efendi'ye sorar: Şehrin tanınmış bir taciri bütün malını mülkünü en itimat ettiği kölesine emanet ederek taşraya gider, döndüğünde kölesini hem malına, hem canına kasteder görürse bu köle hakkında fetva nedir? Ebusuud Efendi Süleyman’a şu cevabı verir: Bu durumda köleye ölünceye kadar işkence yapılması uygundur.
        Ebusuud'dan evet cevabını kapan Süleyman oğlunu yanına çağırır. Taşlıcalı Yahya, gitme Mustafa, öldürecekler sizi, kal burada tahta geçirelim sizi deyip biat etse de bizim mağrur Mustafa'mız " Asıl şimdi gitmem gerek. Ben babama karşı duracağım ha? Silahımı ona çevireceğim ha? Ve o silahımdan yılacak ha? Yılıp da gerileyecek. Babamın yarım iş yaptığı görülmüş müdür? Dinim hakkı için gözlerini bile kırpmaz, silahımın üzerine atılır. Yooo.. Eğer başka çaremiz kalmamışsa, birimizden biri ötekinin hayatına mal olacaksa, Allah babamızın hesabını bizden soracağına, bizim hesabımızı ondan sorsun." Der ve gider. Oyunda öldürülüş anı gösterilmiyor. Ama Süleyman'ı oğlunun cesedi başında ağlarken görüyoruz. Yap yap ağla  sen Süleyman.
       Daha sonra haberi alan Şehzade Bayezid hışımla annesinin yanına gider ve acı gerçekleri Hürrem'in suratına suratına çarpar: "Şimdi ne olacak bilir misin? Öz evlatların birbirine düşecek.Birbirimizi yiyeceğiz. Düne kadar kendimi emniyette hissediyordum. Mustafa'nın ismi dahi hayatımızın teminatıydı. Ben şimdi kime güveceğim ha? Sana mı? Haydi oradan. Kan kokuyorsun? Babamıza mı güveneceğim? O Mustafa gibi yiğit, Mustafa gibi eşi bulunmaz bir evlada kıydı, gözleri beni mi görecek? Yoksa Selim'e, o sarı yılana mı güveneyim istersiniz? Şimdi ne olacak bilir misin valide? İlk fırsatta ya Selim beni gırtlaklayacak ya da ben onu...."
   Süleyman'dan gene pişmanlık cümleleri dökülür: "Asıl suçlu ben. Asıl suçlu biz. Tam sırasında ölmeyi bilmedik. Bilemedik de işleri böyle karıştırdık. Tam zamanında çekilip gitmeyi bilemedik. Tanrı beni affetsin. Tarih beni affetsin.....Ya ben yanılmışım ya bunca insan. Onlar sanırlar ki ben istediğimi yaparım, istemediğimi yapmam. İşte hakkımda aldandıkları da bu. Benim adaletim. Ne sanırlar? Bu kadar pahalıya mal olan tahtı sevdiğimi mi? Bir bilseler onun üstünde nasıl yapayalnız hissederim kendimi, nasıl hafakanlar geçiririm, bir bilseler. Bir ömür boyu orada oturmak, benden isteneni vermek, hatta o şey Mustafa gibi bir evlat olsa bile vermek benim vazifem. Onlar sanırlar ki benim oğlumla davam var. Öyle olsaydı artık son menzile varmış olan bu ömrün Mustafam kadar haysiyeti mi kalmıştı? Benim davam devletim aleyhine tertiplere kalkışan bir hainleydi. Ama bu hain tesadüfen oğlumdu benim...Gerçi Mustafa ihanetinin cezasını hak eyledi. Ama bilir misin kadın, bir hain de olsa Mustafa Mustafa'dır. Ve dünyaya bir ikinci Mustafa daha gelemez. Çünkü Mustafaların çağı kapandı.... "
        Oyunda kimseye haklı diyemiyorsun. Çünkü haksız da diyemiyorsun. Hürrem evlatlarını korumak isteyen bir anne, Süleyman devletini korumak isteyen bir hükümdar. Bu durumda ne yapabilirlerdi ki diyorsun, ne yapabilirlerdi? Tarih düşüncelerimizi, saiklerimizi eliyor. Günümüzden geçmişe baktığımızda yalnızca eylemler kalıyor. Amacı, nedeni bilinmeyen, yapılmış ve geri alınamayan eylemler....

11 Şubat 2013 Pazartesi

Mazaretim var... Asabiyim ben...



     Kaç gündür sivilce yazısı yazmıyorum. Çünkü çıkmıyor meretler. Bir gün ne yersen ye sivilce çıkmayacak deseler hadi lan oradan der bir güzel terslerdim. Mesela bugün 2 dilim pasta yedim, üstüne bir paket de cips. Ama biliyorum ki yarın yüzümde hiçbir değişiklik olmayacak. Peki yüzüm bu haliyle mükemmel mi? Elbette hayır. Lekeler hiçbir yere gitmiyor. Diğer roac kullanıcılarının yorumlarını oldum, resimlerine baktım, 5 ayda hiçbir şeyleri kalmamış. Benimse bir ömür fondöten kullanmama neden olacak kadar çok lekem var. 141 gündür ilaç içiyorum. Şimdiye kadar geçmediklerine göre bundan sonra da hayatıma lekelerle devam edeceğim.
       Bu arada olağan doktor buluşmasını da gerçekleştirdim. Tansiyonum zıplamasın diye bu sefer başka bir kadın doktora gittim. İçeri girer girmez sen benim hastam değilsin herhalde dedi. Uffff ben şimdi bu kadına nasıl persona non grata ilan edildiğimi mi anlatacağım diye karalar bağlarken benim doktorun randevusu dolmuştu diye cevapladım kendisini. Beim  hastalarımın fondoten kullanmaları yasak çünkü diye karşılık verdi. Fondöten benim hayatla olan bağım be. O olmasa hiçbir kuvvet beni evden dışarı çıkartamazdı. Madem kötü bir şey sen niye yüzüne sürdün diyemedim tabi ki. Buna da bir şey dersem hemen hemen tüm cildiye bölümüyle kavga etmiş olacağım. Jinekologa da laf etmiştim zaten. Yakında beni hastane kapısından içeri almayacaklar. Ben eşikten adımımı atar atmaz alarm çalacak, aniden FBI ajanları belirecek, tutuklayıp götürecekler beni. Tamam biraz sinirli ve patavatsız bir kızım. Ama bu doktorlar da pek kibirli değil mi yani? Kendilerine hiçbir şey demeye gelmiyorlar. Her şeyin en doğrusunu onlar biliyorlar. Bak ben öyle diyor muyum? Doktor haklarınız var sizin dedi, ağzımı açıp kadınnnn kadınnnn hakkımı sen mi bana öğreteceksin demedim, diyemedim.
       Bu arada tatil de sona erdi. Aldığım kitapları okudum ama ne film izledim, ne muhteşem yüzyılın eski bölümlerini izleyebildim ne de İlahi Komedya'yı okuyabildim. YGS'ye de hiç çalışmadım. Görüldüğü üzere gerçek manada bir tatil yapmışım. Hiçlik kuyusunda debelenip durmuşum.

31 Ocak 2013 Perşembe

Dipteyim.....

       Sınav sonrasında düştüğüm hiçlik boşluğunda kişilik testleri falan çözmeye başladım. Psikolog Don Hamachek aşağılık kompleksi ile ilgili 7 belirti sunmuş bize. Bende bu belirtiler ışığında kendimi incelemeye başladım.
 

       1. Eleştiriye karşı alıngan olmak
Aşağılık duygusuna kapılan insanlar hata yaptıklarını bilseler de diğer insanların bunu vurgulamaları hoşlarına gitmez. Ne kadar yapıcı ya da naif olursa olsun her eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak algılarlar.

    Neeeveeettt... Birinin beni eleştirmesine katlanamıyorum. Eleştirisinde haksızsa birkaç laf veriştirip susuyorum (sonunda susan hep ben oluyorum zaten). Ama eleştirisinde haklıysa verdiğim tepki daha büyük oluyor. Bu yargında haksızsın diyemeyeceğime göre bende onun kusurlarını sıralamaya başlıyorum. Aklıma ne gelirse, hiçbir süzgeçten geçmeden dilimden süzülüyor düşünceler.

        2. Özgüvene uygunsuz cevap verme
Bu iki şekilde olur. Bazı insanlar kendileri hakkında iyi şeyler duymak için can atarlar ve sürekli iltifat edilmesinden hoşlanırlar. Diğer davranış biçimi ise tam tersidir. Özgüven eksikliği çeken bir grup insan ise kendileri hakkında pozitif bir şey duymak istemezler çünkü kendi hissettikleriyle çelişirler.
    Genelde pozitif bir şey duymak istemeyenler grubuna giriyorum. Nitekim doktor yüzün düzelmiş dediğinde ondan çok sinirlendim. Ama benim yüzüm gerçekten düzelmedi ki daha. Onu karıştırmayalım. İltifatı sevmiyorum. Her kadın sever iltifat falan diyorlar ama ya genellemeler yanlış olabiliyor ya da ben kadın değilim. Biri bana iltifat etmiş bir de bunu uzun tutmuşsa bir an önce oradan kaçmak, mümkünse yerin dibine girmek istiyorum. Ama bir yandan da ilgi odağı olmak istiyorum. Herkes bana ilgiyle, hayranlıkla baksın. Şimdi bu 2 istek yan yana gelince bir çelişki yaratıyor gibi duruyor ama aslında öyle değil. Benim istediğim şu: Yalnızca istediğim insanlar bana baksın, yalnızca ilgisini çekmek istediklerim benimle ilgilensin. Mesela güzel bir elbise giymişsem sadece etkilemek istediğim adam bana baksın, sokaktaki bir öküzün 'offf yavrum benim be' şeklindeki tacizine maruz kalmayayım. O öküz için ben görünmez kılınayım. Tabi bu sadece fiziki güzellik için geçerli. Yoksa zekama ve başarıma herkes -dozunda olmak kaydıyla- iltifat edebilir.

3. Aşırı eleştirel yaklaşım
Kendilerini iyi hissetmeyen kişiler başkaları hakkında iyi şeyler düşünmezler. İnsanların kusur ve hatalarını ararlar. Böylece kendilerinin çok kötü olmadığını kanıtlamaya çalışırlar. Bu insanlar çevredeki en akıllı, çekici, başarılı insan olmadıkları zaman akıllı, çekici, başarılı hissetmezler.

   En çok yaptığım şeylerden biri bu.  Bence biraz mükemmel olma, mükemmeli isteme arzusundan doğuyor. Bir şeye iyi ya da olmuş bu demem için gerçekten kusursuz olması gerek. Ortanın üstü benim için yalnızca vasattır ve eleştiri oklarıma maruz kalacaktır. İçimde bir canavar var, eleştiri canavarı. Gerçi dışarı çıkarmamaya çalışıyorum ben onu. Yoksa ben de dahil olmak üzere çevremde hiçbir canlı bu oklardan sağ kurtulamaz.
 
4. Suçlama eğilimi
Bazı insanlar aşağılık hissetmenin acısından kurtulmak için kendi güçsüzlüklerini diğer insanlara yüklemeye çalışırlar. Bu noktada kendi hataları için başkalarını suçlarlar.

   Bu benim için doğru değil. Ben daha çok kendimi suçlarım.  Niye öyle dedim? Niye bunu demedim? Niye bunu seçtim? Niye öyle yapmadım? Ömrüm oldukça bu niyelerden kurtulamayacağım.

5. İşkence isteği
Özgüvensizlik doruk noktasındayken başkasına zarar vermeye kadar varabilir. Başkalarını suçlama davranışı kontrol edilemez bir duruma ulaşabilir.

   Hukuk okuduğumdan mütevellit fiiliyatta işkenceye karşıyım. Ama her gün hayallerimde birilerine zarar veriyor muyum? Evet. Şiddete azzıcık meyilliyim sanırım. Beni eyleme geçmekten koruyan ise Türk Ceza Kanunu. Basit şekilde adam yaralamanın bile 4 aydan 1 yıla kadar cezası var.

6. Rekabetle ilgili negatif hisler Aşağılık kompleksi olan insanlar da herkes gibi bir oyunu ya da yarışmayı kazanmak ister ama böyle durumlardan kaçınırlar çünkü kazanamayacaklarını düşünürler. Birinci gelememe korkusu tamamen başarısız oldukları korkusuna kapılmalarına neden olur.
   Mükemmeliyetçi tavrım ile yenilmezlik arzum birleşiyor ve beni derin bir eylemsizlik çukuruna hapsediyor. Yenilmek kadar yanlış yapmaktan da korkuyorum. Bir şey eksik veya hatalı olacaksa, değil olmak, olma ihtimali bile varsa asla ona kalkışmıyorum. Yeni bir şey denemiyorum. Bu da beni yerinde saymaya itiyor. Yeknesaklığın kölesi haline geliyorum
7. Yalnızlık ve çekingenlik eğilimi
Aşağılık duygusu olan insanlar diğer insanlar kadar zeki ve ilginç olmadıklarını düşündüklerinden diğer insanların da onları böyle göreceğini düşünürler. Bu yüzden sosyal ortamlardan kaçınırlar. İnsanlarla birlikteyken susmayı tercih ederler çünkü bunun yalnızca aptallıklarını ya da sıkıcılıklarını kanıtlayacağını düşünürler.

    Benimle 5 dakika yalnız kalan herkes buna evet der. Yalnızlığı seviyorum, çünkü sadece kendimleyim. Geçmeye çalıştığın bir rakip yok. Yenilme şansın yok. İçimdeki eleştiri oklarının yaralayacağı bir mağdur yok. Yalnızken kimse sana iltifat etmiyor. Yalnızken yanlış yapma imkanın da yok. Ne eksik ne de fazla söylenmiş sözler, yapılmış  davranışlar için kendini yiyip bitirmiyorsun. Belki yeni şeyler yaşamıyorsun, sevmiyorsun, sevilmiyorsun ama en azından kırmıyorsun, kırılmıyorsun da. Yalnızlık çelik bir kafes gibi. Hem seni dünyadan koruyor, hem de sana karşı dünyayı.
      Böylece 6 evet ile aşağılık kompleksine sahip olduğumu anladım. İyice hastalık hastasına bağladım.

25 Ocak 2013 Cuma

Ey sevgilim, ey sultanım...


       Paşanın ölümünün ardından adli tıp sınavım vardı. Cenazesinin ardından ise miras hukuku. Bu dekanlık kesin beni delirtmeye çalışıyor...
      Sınav vardı ama bende çalışma isteği hiç yoktu. Okuduğum her muris kelimesi aklıma Paşa'yı getiriyor. Sonra mirasın taksimine geliyorum. Süleyman, Paşa'ya yıllık 3 milyon akçe tahsis etmişti. Öncelikle Hatice'ye terekenin 1\4 ünü veriyoruz. Geride 3 çocuk var. Onlar kalan 3\4 ü paylaşıyorlar. Aslında Esmanur evlilik dışı. Onunla arasında soybağı kurmak lazım. Yoksa kız pay alamaz.
     İşte dizi ile ders birleşince bir dönemece geldiğimi anladım. Bende dizini yolunu takip ettim. Paşanın cenazesini kaldırıp derse dönerim dedim.
     İnsan öyle mi taşır lan koskoca Paşa'yı. Adamı ağzı açık götürdüler. Hatice çok zırlar diye izlemek içimden gelmemişti başta. Zaten Paşa'nın öldüğünü de hissetmedi. Sadece iftar için saraya uğurlarken içimde sıkıntı var gitme dedi. Sonrasında ne bir uykudan sıçrayayım ne bir içim daralsın falan... Yok hiçbir şey yok. Hatta ertesi sabah kalktı, giyindi süslendi. O gıjikli saçlarına şekil vermeye çalıştı. O sırada İbrahim arkada ne güzel şiir okuyordu :
       "Ey her candaki gizli hazinem
         Her harap gönüldeki inci tanem
         Her kanatsız kuştaki gizli kanadım
         Ey gönüllerdeki zahirim suretlerdeki manam
         Ey sevgilim, ey sultanım
         Ak aşk derim erimek isterim
         İki değil bir olmaktır derdim
         Harap olmuş yüreğim kırılmış kanatlarım, uçarım enginlere
         Gözlerim ama, kulaklarım sağır
         Yolum sadece aşkadır
         Aşk değil midir yağmuru yağdıran, suyu buluta bulutu suya dönüştüren
         Aşkla toprağı kavuşturan tüm tohumların içine zerk olan, kendini açığa vuran
         Toprağın deli gibi kaynaşması değil midir kavuşması aşıkların
         Ey sevgilim ey sultanım
         Nasıl ki ben size sevdalıysam su da toprağa sevdalıdır
         Güneşin yakıcılığına aldırmaz
         Aşkla dönüşüne aldırmaz
         Buharlaşıp gökyüzüne çıksa da tekrar bilir döneceği vakti
         Sabırla bekler ,eser rüzgar çakar şimşek, ağlar bulut su kavuşur yine aşkına
         Aşıkların kavuşmasına eşlik eder tüm kainat
         Ey her candaki gizli hazinem her harap gönüldeki inci tanem
         Her kanatsız kuştaki gizli kanadım
         Ey gönüllerdeki zahirim suretlerdeki manam
         Ey sevgilim ey sultanım
         Aşk aşk derim erimek isterim
         İki değil bir olmaktır derdim. "
    Hele ki o 'ey sevgilim , ey sultanım' daki ses titremeleri.... Paşa öldükten sonra bile beni üzüyorsun.
    Neyse bizim Hatice anladı bu saçların bir şekil almayacağını o zaman ben havamı alayım diyerekten balkona çıktı. Sonra da Paşa'nın akıbetini gördü. Ben tv nin sesini kıssam mı ki böğürür bu şimdi diye kumandayı aldım elime. Yalnız çok güzel oynadı. Valla içimi parçaladı, gözlerimi dağladı. Benim de böğüresim geldi ama ev kalabalık. Yanımda biri varken ağlayamıorum ben.
     Hatice kadar gözyaşı döken bir insan da Matrakçı oldu. Adam üzüntüden çöktü vallahi. Tavır yapıp saraya bayramlaşmaya da gitmedi. Helal sana Nasuh Efendi.
     Şimdi gelelim Süleyman'ın ahvalına. Senarist bozuntusu tüm yalvarmalarıma rağmen Paşa'yı öldürdü. Bir de Süleyman'ı, aslında öldürmeyi hiç istemiyordu, ama o cellatlar 2 dakikalık uykusunu fırsat bilip kıydılar Paşa'ya demeye getirdi. Sonra zaten Süleyman da İbrahim diye sayıklayıp ne kadar acı çektidiğini gösterdi. (Süleyman'ın gerçekte o kadar acı çekiyordu ki Paşa'yı öldürdükten sonra çocuklarını öldüreyim demiş.) Lakin bu kadar acı çeken bir insan neden tek damla gözyaşı dökmez. Sadece gece vakti olayı öğrenip gelen Hürrem'e 'ne yaptırdın kadın sen bana' bakışı fırlatırken bir damla gözyaşı belirdi. O da dökülmeden başka sahneye geçtiler. Daha sonra uyumaya çalışırken biraz vicdan azabı çekip ağlamaya başladı. Ama o da uyuyamıyorum diyedir. Hadi acı çekmedin diyelim insan cesedi kardeşinin evine yollar mı? Bu nasıl bir kardeşlik?
      Azarı hakettin sen Süleyman. Aşk-ı Memnu da Behlül, Bihter'e sen gerçekten Firdevs Hanım'ın kızısın diyordu. Bizim Hatice'de sen Selim'in oğlusun demeye getirdi. Ki babası Sultan Selim birçok Alevinin öldürülmesine sebep olmuştur.
      Bu arada Sultan Süleyman'a Kanuni demek yok artık. Bu yaptıkları adaletle bağdaşmıyor. Hatta Şehzade Mustafa ve Şehzade Beyazıt'ı öldürdükten sonra kendisine Sülüman bile diyebilirim.
      Paşa'dan sonra dizi kadın çekişmeleri ile geçecek sanırım. Şah Sultan şimdiden atağa başladı. Onu  dışında Hatice, Mahidevran'la birlikte Hürrem'e suikast düzenleyecek galiba. Cellat Diana pek yaman. Ama bir şey olmayacak tabi. Yeni bölüm fragmanında Malkoçoğlu da geri dönüyor. Ben dedim üçlü ilişkiler başlayacak diye. Şimdi Mihrimah romantik şair Taşlıcalı'yı mi seçsem yoksa eski aşkım Malkoçoğlu'nu mu deyip durur.
      Bölümün en fena sahnesi Hatice'nin rüyasıydı. İbrahim, boynundaki ekimozlarla (1) "Ben seni bırakmadım. Bırakmam. Gönlüm senin yanındadır" derken ben öldüm. İşte o ev ahalisini unutup gözümden akan birkaç damla yaşa izin verdim. Benim gönlüm de senin yanındadır paşa. Ara ara benim de rüyalarıma gel....
 

(1) Boyuna ip dolanıp sıkılması sonucu olan ölümler iple boğmadır. Telemin yeri larinksle alt çene arasındadır. Telem boynu her taraftan sardığından derinliği her kısımda aynıdır. Arter etrafında manşon şeklinde ekimoz, hiyoid ve tiroid kıkırdakta kırık görülebilir. Ölüm; asfiksi, boyun damarlarının sıkışması, glomus karotikum üzerine olan tesir, inhibisyon ile gerçekleşir.

24 Ocak 2013 Perşembe

Oldu Da Bitti Maşallah....



    2013 e girdiğimizden beri ilk defa mutlu hissediyorum kendimi. Yılbaşının hemen ertesine sınav koyup hayatımı zehrettiler ama nihayet bitti. 22 günde 10 değişik hukuk sınavına girdim. Genel kamu hukuku-insan hakları, milletlerarası özel hukuk, icra iflas hukuku, kıymetli evrak hukuku, medeni usul hukuku, iş hukuku, deniz ticareti ve sigorta hukuku, adli tıp, ceza usul hukuku ve miras hukuku. Böyle yan yana gelince 3 satıra sığdılar  ama o 3 satırlık dersler nedeniyle 2000 sayfadan fazla okudum. Gözlerim en az yarım derece daha ilerledi. Kuruluk ve uykusuzluk da eklenince kırmızı gözlerle dolaştım.
     Stresten bir tane komedon sivilceye döndü. Yüzümü yıkarken yanlışlıkla kanattım. Ertesi gün tekrar belirdi. Onu da sinirden sıktım. Sonra tekrar çıktı. Mutasyona mı uğradı bu sivilceler anlamadım ki.
     Spora da ara verdim. Verdiğim yarım kilocuk bana geri döndü. Bu arada regl de oldum ve o gün sınavım olduğu için doktora gidemedim. Artık kısmetse bir dahakinde şu kutsal 3. günü makul bir zamana getirip gideceğim doktora.
     Sınavların bitişini kutlamak için okulda halay çekme etkinliği düzenlendi bugün. Halay dediğimiz şey yöreden yöreye değişiyor. Bizim okul nüfusu da fazla olduğundan biraz karmaşa oldu. O yüzden halayı es geçtim. Dün mirasa çalışırken yerlerde olan enerjim sınavların bitişiyle tavan yaptı ve o nefret ettiğim Ankara havaları eşliğinde oynamaya başladık. Ankara havası dedim de bu nasıl hava lan. Ocak ayında gökyüzünde güneş olur mu hiç? Ey hava... Kendine gel, haddini bil. Termometrede 5 santigrat dereceden fazlasını görmek istemiyorum.
       Valla bu beden, bu ruh benle dalga geçiyor. Sınav zamanı, kitabı eline almaya yorulan ben şimdi bıraksan tüm betaları gözden geçirebilirim. Bende bu fazla enerjiyi kitap okuyarak değerlendireceğim. En son yılbaşında  herkes geri sayım yaparken ben Palto'yu okuyordum. Yeni yıla kitap okuyarak girince Ocak ayı boyunca bayağı okuma yapmak zorunda kaldım. Şimdi edebiyata dalacağım, 5 güzel kitap beni bekler.
      Bu arada sınavlarda yardımcı olan Beta camiasına teşekkürü bir borç bilirim. Siz olmasanız emin olun ki bizde olamazdık yani. Bunun dışında beta okumalarıma sesiyle eşlik eden Shakira'ya da teşekkürler. O ojos asi şarkısı ne kadar güzelmiş. Hele ki bir konser klipi var ki döndür döndür izledim. Ne güzel dans ediyor hatun. Çok kıvrak bir bedeni var. Tek kelime İspanyolca bilmememe rağmen salak salak şarkıya eşlik etmeye çalıştım ya. Sanırım hayran oldum kadına. Kendisi Pique ile birlikteymiş, birkaç gün önce de bir oğlan doğurmuş. Allah analı babalı büyütsün. Ne diyeyim.
       İbrahimmm.... Seni unuttum sanma Paşa. Ama bugün yorgunum biraz. Son bölüm ile ilgili yazıyı yarın yazacağım.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Bir Damla Gözlerinde...

      Çocukken Kanuni denilince aklıma hep adaletli bir padişah gelirdi. Ülkede bir sürü kanun çıkaran, düzeni kanunlarla sağlamaya çalışan bir padişah. O zamanlarda hakim olmayı istediğim için en sevdiğim Osmanlı padişahı Kanuni idi. Ama hukuk fakültesine gelince insan anlıyor ki her kanun adaleti sağlamıyor. Hukuk devleti ile kanun devleti arasındaki en bariz fark ise Hitler dönemi Almanya'sıdır. Çıkarılan her kanun insanları adım adım ölüme götürmüştür. Yani demem o ki kanuna uygun her şey hukuka, adalete  uygun olmuyor.
    
   Ebussuud ne güzel kılıfına uydurup bir fetva oluşturuyor. Kanuni de bununla hem Allah'ı kandırmaya çalışıyor, hem de vicdanını rahatlatıyor. Lakin olmuyor işte. Öldürme iradeni uyanıkken açıklamışsın, sonra ben uyudum bu benim irademin dışındadır nasıl diyebilirsin?  Aslında Kanuni'nin işini dine uydurmayı, bir sorumsuzluk hali yaratmaya çalışmış. İşlerini hallederken fetvalardan medet ummuş. Hatta bir hikayeye göre kendisi ölmeden önce yanında gömülmesi için bir kutu bırakmış. Daha sonra kendisi ölünce bu kutuyu gömelim mi, gömmeyelim mi gibi bir tartışma çıkmış. Sanırım ölünün yanında böyle bir eşyanın gömülmesi hoş karşılanmıyormuş. Neyse işte kutuyu koymamışlar. Daha sonra bunun içinde ne var acep diyerek açıp bakmışlar. Kutudan padişahın şeyhülislamlardan aldığı fetvalar çıkmış. Allah'ın karşısında yaptıkları için hesap sorulduğunda bu fetvaları gösterip aslında kendisinin sorumlu tutulamayacağını belirtecekti galiba.
       Olan İbrahim'e oldu. Güzelim sadrazamı 5 dakikada harcadılar matmazel. Yalnız gerek Okan Yalabık gerek Halit Ergenç muhteşem oynamışlar. Kanuni'nin o gelgitli, ne yapsam ben hali çok gerçekçi olmuş. Senarist Kanuni'yi çok kötü göstermeyelim sonra Tayyip amca bizi azarlamasın diye bayağı acı çektirmiş. Önce Mevlana'dan  şiirler oku, uyku bu gece gelme yanıma de, romatizmalı insanlar gibi dolan dur gece boyunca. Sonra ısınmak için gir yatağa. Garibim pek yorulmuş olacak ki, içi geçiversin hem de 2 dakikacığına. O sırada  da ninja cellatlar öldürsün paşayı. Bizimki de can havliyle İbrahim nidasıyla uyansın ve çok pişman olsun. Hikaye gibi değil mi? Oysa gerçekte Paşa öldürülmüş, sonra saray avlusuna atılmış, sonra da çocukları intikam almasın diye onlar da öldürülmüştür. Ben burada hiç acı çeken bir padişah görmüyorum sayın senarist (Son bölümde Şah Sultan'ın Pargalı'ya bir hissiyatı olduğunu ima eden şeyler vardı. Bu senaristi Kavak Yelleri'ni de yazmış. Onunla karıştırdı galiba. Yakında 3 lü 4 lü ilişkiler bizi bekleyecek sanırım).
     Yalnız siyaseten katl durumunda cellatlar başı satırla kesmeyip, kişiyi yağlı kement ile boğarlarmış. Dizide ise cellatların elindeki kementten çok kabloya benziyordu. Bu arada gene bir rivayete göre Paşa'nın son sözü 'Boynuma dolanan Hürrem'in saçlarıdır' olmuş. Hürrem Sultan dizisinde bu geçmişti. Hünkarım da iyi bir bitiş olmuş. Paşa'nın sonunu Hürrem hazırlasa da nihai karar hünkardaydı.
     O son gözyaşı, dizi tarihinin en unutulmaz anı benim için. Adamı gözü açık öldürdüler. Sabaha kadar uyuyamadım. Hala gözümü kapatınca aklıma o sahne geliyor. Sonra da 'Hani ey gözyaşım akmayacaktın' dizesi...
     Şimdi Kanuni kalsın o Hürrem'iyle. Bundan sonra Roma sana hayal... Hatice'nin gözyaşlarıyla uğraş dur Süleyman diyeceğim ama o da acıdan 2 yıla kadar ölüyor.
      Dizi 2,5 sezonu Kanuni'nin ilk 16 yılı ile geçti. Kalan yarım sezonda Şehzade Mustafa'nın ölümüne kadar geçen süre yani 17 yıl işlenecek. Koskoca 17 yılı yarım sezonda anlatacaklar. Neden? Çünkü hiçbir şey yok. Bomboş geçen yıllar....Kimsenin vizyonu Paşa kadar geniş değil ki?  
       Diziden sonraki cuma günü Adli tıp sınavım vardı. Sınavda iple boğmaya ilişkin bir soru vardı. Resmen boğazım düğümlendi o sırada. Bunu bana yapmayacaktın hoca. Hıçkırığımı içime gömüp sınava devam etmek zorunda kaldım.
      Peki ben ne yapacağım ya? Diziyi gene izlerim ama eskisi kadar zevkle değil. Yeni bir şeyler bulmam lazım. Yeni Bir İbrahim Paşa bulmak... Ya da bir İbrahim Paşa olmam gerek

15 Ocak 2013 Salı

Son Akşam Yemeği



     Roac la 114. gün bitmek üzere. Öyle diyorum ama daha hiç roac kullanmadım ki ben. Zoretanin ve aknetrent le sivilce tedavisini bitireceğim herhalde. Gerçi ben hala tedavi olamadım ki. Sivilceler geçti ama lekeler hiç azalmıyor. Aksine sanki daha da kırmızı duruyorlar gibi. Başka kullanıcıların resimlerine bakıyorum da 4 ayda lekeleri oldukça azalmış. Sivilcelerden de kurtulmak kardır diyecek durumda değiliim. Çünkü zaten başlangıçta da çok sivilcem yoktu. Doktor şunları duysa gene başlardı hasta haklarınız var diye. Sinir şey.
      Bu arada kağıt reçete devri kapanmış. Artık e-reçete olacakmış. Tamam kağıt israfını, reçeteyle oynanmasını önler ama çok önemli bir değer de yok olmak üzere. Doktor yazısı dediğimiz bir kavram vardır. Kargacık burgacık yazar onlar, okumaya çalışırsın, çabalarsın, sana a gibi gelir ama aslında o c olabilir hatta f ye kadar yolu vardır onun. Bir doktor ne kadar karışık yazarsa o kadar sağlam doktordur benim için. Sanki mesleğin bir gereğidir o. Aynı şey hukuk için de geçerlidir. Bir kavramın eski Türkçe hali makbuldur. Hele ki Latincesini biliyorsan tamamdır hacı. Senin ikna edemeyeceğin müvekkil yoktur. Çünkü insan bir avukata geldiğinde onun kendinden farklı olduğunu hissetmesi gerekir. Eğer aynı dili konuşursak ee bunları bende derdim diye düşünür. Ne kadar anlaşılmaz olursan adam sana o kadar ihtiyacı olduğunu hisseder. İlahiyatçılarda var buna benzer bir durum. Bir soru sorarsın hemen ayet okumaya başlar. Önce Arapçayı okur, ardından Türkçe. Ben zaten anlamıyorum niye Arapça okuyor ki denilmemeli. Adam ben bir tarafımdam uydurmuyorum gerçek bunlar (gerçi ben uydursa da anlayamam Arapça bilmiyorum) demeye getiriyor. Hem onca yıl okumuşsun bir yerde kullanmak gerek şu bilgileri. Yoksa culpa in contrahendo, corpus iuris civilis, nulla poena sine lege, habeas corpus falan boşuna mı öğrendim lan? Tabi söyleyeceğim. Ama ben pek kullanmıyorum bunları. Sonra da sınavdan düşük alıyorum.
       Sınav dedim de YGS ye başvurdum geçen gün. Yaşıtlarım KPSS, ALES, Adli İdari Hakimlik Sınavları na girerken benim lise bebelerinin girdiği bir sınava kaydolmam gerçekten garip. Ama ben öğrenci kalmak istiyorum. Tiyatroda öğrenci bileti almak, EGO bayisine bir tane 10 luk öğrenci alabilir miyim demek istiyorum. Ankara'da herhangi bir bölümü tutturup kayıt yaptıracağım, kimliği alıp okula hiç uğramayacağım. Gerçi hakkın kötüye kullanılması teşkil ediyor bu durum. Daha kazanmış bile  değilim hayal kurmaya başladım gene. Aslında 60 bin bulsam hemen tarih okumaya başlayacağım. Zaten lisedeyken de tarih okumak istiyorum ama öğretmenlik dışında alternatifi ve parası az bir bölüm. Hukuku da seviyordum o zaman. Hem paralı bir meslek hem de havalı. Ama kendisinde iş yok. Ya da bende iş yok.
      Şimdiden sınav bitişi programı yapıyorum. Tiyatro bileti aldım bir tane. Sonra kar yağmazsa müze gezmek istiyorum. Müzekart, bir müzeye yılda yalnızca bir kez gidilebileceğine dair yeni bir karar almış ki bu canımı çok sıktı. Belki ben çok sevdim, tekrar tekrar gitmek isteyeceğim. Mesela resim heykel müzesine gitsem ve oradaki bir heykele hayran hayran bakmak istesem her seferinde para ödemek zorunda mı kalacağım?Ankara'da sığınacak çok yer yok.Her yer AVM ya da cafe. Müze beni sarar sarmalardı. Bu Ankara beni hiç anlamıyor ki.
        İbrahim de ölüyor zaten. Ölümünü göstermezler umarım. Ben iyi saatte olsunlar aldı götürdü diye onu kendimi teselli ederim. Hem gösterirlerse RTÜK fena ceza yazar.  
        Son fragmandaki o keman sahnesi de sinirlerimi gerdi. Orkestra diye Ankara Devlet Tiyatrosu'da geçen sezon sahnelenen bir oyun vardı. Nazi döneminde işçi kamplarında toplanan Yahudilerden bir orkestra kuruluyordu. Bu orkestranın tek görevi de onları gaz odalarına yollayan müzik düşkünü cellatlarını memnun etmek. Keman sahnesini gördükçe aklıma bu oyun geliyor. Da Vinci'nin Son Akşam Yemeği tablosu gibi bir atmosfer yaratmaları güzel olmuş. Ama sinematografik açıdan. Yoksa benim için kan ağlıyor o fragmanları gördükçe. Ahhh ahhhh...Bari şimdi öldürmeseydiniz. 14 Mart'ı 15 Mart'a bağlayan gece öldürseydiniz. Daha gerçekçi olurdu sanki.
        Para bulsaydım alternatif dizi çekerdim. Ama aynı kadroyla. Kanuni Pargalı tanışmasıyla diziyi başlatır 1535 e kadar sürdürürdüm. Ondan sonra dizi en başa, tanışma sahnesine geri dönsün.Bu daimi döngüyle Okan'ı hep görebilirim.  Ahh şu parasızlığın gözü kör olsun. Her şey hayal olarak kalıyor, bir türlü gerçekleştiremiyorum.
      Pargalı'nın ölümü kaçınılmaz, benim para bulmam da imkansız olduğuna göre en iyisi mevcut diziyi başa sarmak. Tatilde en baştan izlemeye başlarım. Sonra İlahi Komedya'yı tekrar okuyacağım. Pargalı ile aynı yüzyılda buluşamasak bile belki aynı kitapta buluşuruz.

12 Ocak 2013 Cumartesi

Bırak Dağınık Kalsın....

        Sınavların hepsinden AA almışım. Yalnız notlarıma bakarken yalnız değilmişim. Ben OBS ye bakarken o da bana bakıyormuş.o....Hayatımın erkeği..... Sonra bende farkettim bana baktığını... Sonra onu yaptık, bunu yaptık.... Şimdi onunla beraber Karayip Adaları'nda martinimizi yudumlayıp güneşin batışını seyreyliyoruz. Hayat ne güzel... Gerçekten hayat ne güzel......

      Dememi beklemeyin. Berbatsın hayat. 2013 tür belki uğurlu gelirsin falan dedik ama yok. 2012 den farkın yok. Milli piyango yalan olmuş, noel baba kapıma uğramamış. Onu bir yakalasam zaten önce kendisinin sonra geyiklerinin bacaklarını kıracağım.
      Sınavlarım bitmedi daha. Girdiklerimi de 1 ayda anca okurlar. OBS ye girmek AB ye girmekten zor. Hadi girdin diyelim AA almak mümkün mü? Hadi diyelim AA yı da aldım , gözüm ondan başkasını görürdüm. O andan itibaren benim için her şey A olur.
        Sonra yakışıklı bir adam bulacağım da Karayiplere gidip martini yudumlayacağım. Hem de güneşe karşı.... Bu Ankara ayazında bir tarafım donarken kurulabilecek en romantik ama en imkansız hayaller üşüşüyor zihnime. Ahh beynim, ahh aklım... Keşke size kavuşabilsem. Karayiplere gitmeyi akıl eden şu zihni bir türlü bu ana, şimdiye getiremiyorum. Ya tarihin derinliklerinde kralların sofrasında bir soylu, ya da imkasız bir geleceğin peşinde bazen bir piyanist, bir kahraman, bir gezgin....
       2 haftadır beta okumaktan mütevellit kör olacağım. Ama şu 2 haftada beni kahkahalara boğan şey de beta oldu. Perşembe gecesi medeni usul çalışıyorum. Geçen seneden beri notlara hiç bakmadım ve sınava yalnızca 24 saat kalmış. Bir taraftan kitabı okuyorum bir taraftan betayı. Diğer tarafım ise muhteşem yüzyılın yeni bölümünü izleyemediğinden dolayı kaderine lanet ediyor. Perşembe günlerine zinhar sınav konulmamalı. Kıymetli evrak belası yüzünden diziyi izleyemedim. Sonra usul yüzünden Perşembe de izleyemedim. Bu sinirle çalışırken geceni 2 sinde resimdeki cümleler karşıma çıktı. Nasıl gülme krizine girdim anlatamam. Bir çaresizlik hali ancak bu kadar içten ifade edilir. Belkıs Akkale görünümlü usul hocası döke saça anlatmış dersi. Garibim betacı nasıl anlamlı bir şekilde aktarsın anlatılanları bize. Zaten bunalmış kendisi. 2. dönem not tutmayacakmış. Bu hocalar insanı işinden ederler.
       Bende bırakacağım düzeni. Dağınık kalsın her şey. Bilinç akışı tekniğiyle başlıyorum anlatmaya.....
      İbrahimmmm... İbrahimmm. Benim güzel vezir-i azamım.Meçhule giden gemi bu bölümde kalkacak. Cuma eve gelir gelmez izledim son bölümü. Sonra fragmanın yayınlandığında elim gitmedi izlemeye. Sonra dayanamadım tabi izledim. Cellatlar sana doğru gelirken içim sızladı. Yazıktır günahtır bu adama. Okan giderse hiç izleseyim kalmaz benim.
      Şu lanet sınav takvimine göre perşembe gene sınav var.Deniz ticaret hukuku. Kıymetli evrakı anlatamamış zat ( kadınları 32 den erkekleri 35 ten sonra deforme sayan zihniyet), o derse de geliyor. Orada da İstanbul'a gidin, denizden geçen yük gemilerini mutlaka görün diyordu. Evettt en kısa zamanda İstanbul'a gideceğim ve denizden geçen yük gemilerine bakıp acaba bunlar kaç tonilato diye düşüneceğim? Ooofff ben o sınava girmek istemiyorum. Hatta 16 Ocak'tan sonra ben o acı ve elemle nasıl sınavlara gireceğim? Nasıl beta okuyacağım?
      Sivilceler gitti. 1 haftadır hiç sivilce çıkmıyor. Doktora sinirlenip diyeti bozdum, cips, patates kızartması, tatlı yedim ama gene de çıkmıyor meretler. Kırmızı lekelerle baş başa kaldım. Bunlar sıkılmıyor da.
     Doktor dedim de hala sinirliyim ona. Beta okumadığım yani boş kaldığım zamanlarda aklıma hep yapamadığım konuşma geliyor. İyice sinirleniyorum.
     Cuma sınav sabahı bir yandan ders çalışıp bir yandan ölü deri parçalarını yok etmek için dudağımı ovalıyordum. Ovalayayım derken yüzdüm bayağı. Sonra kıpkırmızı dudakla sınav girdim. Çok acıklı.
        Sınav da bir garipti doğrusu. Öncelikle gözetmen olarak en nefret ettiğim asistan Bayan T geldi. Ben eşyalarımı toplayıp gideyim dedim. Koskoca medeni usule yalnızca 1 gün çalışmışım, boş kağıt vereceğim, hem de T ye vereceğim o kağıdı. Yüzündeki o aşağılamayı görür gibiyim. Öde çalışmamanın bedelini Poena. Oturdum yerime. Sonra Belkıs Akkale geldi. Sınav taktiği verdi biraz. Kağıtları dağıtmaya başladılar. Başladım yazmaya. Geçen sene o kadar okuduğum halde 30 larda bir not almıştım. Gerçi tüm sınıf kötü not almıştı. Bu sene aşarım kendimi 40 alırım ben. T görsün diye kağıdın ön ve arka kısımlarını iyice doldurdum ama içi boş kaldı. İç sayfalardan birinde doğru yanlış ve yanlışın neden yanlış olduğunu açıklayacak bir bölüm vardı. O sayfa pek beyaz kaldı. Ya tüm önermeler doğruydu ya da 1 günlük çalışmayla bana her şey doğru gibi geldi.
         İbrahimmmm... İbrahimmm... Son birkaç bölümde tarih dizisi çekiyoruz ayağına konuşmalara eski kelimeler katıyorlar. Zinhar hep vardı da mütevelllit deyip durmaya başladı Paşa. Ha bir de "deyu" var. Ne güzel diyor öyle. Deyu bana hep Yunus Emre'yi hatırlatıyor. 'Şol cennetin ırmakları, Akar Allah deyu deyu..'
         İbrahim ölme ya. Aslında ben İbrahim için üzülmüyorum. Okan'ın diziden ayrılacak olması beni kahrediyor. Şimdi kim paşa paşa dolaşacak? O güzel kürkleri, kaftanları kim giyecek? Sonra o gıcık Hatice'ye kim güzel bakışlar atacak? Şöyle alttan alttan gülecek. Kim Dante'den bahsedecek? Ahhhh, içimdeki acı dinmiyor.
        15 gündür yaptığı spor bana yarım kilo verdirdi. Sürekli tartıya çıkyorum hep 56 nın altında çıkıyor. Ya tartı bozuk ya da hakketen verdim. Yarım kilo olduğundan verdiysem bile nereden gitti bunlar anlayamıyorum. Ama ben zaten kolestrol düşsün diye yapıyorum. Aslında kilo vereyim diye yapıyorum ama kolestrol düşsün diye yapıyorum diyorum. Kolestrolün niye yüksek sorusuna da susuyorum. Anayasa madde 20 özel hayatın gizliliği... Aman kızım her şeyini herkese anlatma. Gazoz da içmeyeyim, değil mi anne?
        Ben bonibon yiyeceğim. Sen de ister misin İbrahim? Bırak işlerini gel yanıma. Devlet-i Aliyye biraz dağınık, hünkarın da biraz yalnız kalsın....

4 Ocak 2013 Cuma

Yine De Dönüyor.....



       Galileo Galilei, güneş merkezli evren teorisi kilisece kabul edilmeyip yargılanırken söylemişti bu sözleri. Belki de yargılandıktan sonra....Tarihin bilinmezliği... Ya da benim cehaletim.
       Benim dünyam da dönüyor. Tansiyonum 8 e 7 oldu. Bu sefer tıp, tedavi değil hastalığımın nedenini teşkil ediyor.
       Dün doktora gittim. Kötü bir gün yaşayacağım sinyallerini sabahtan vermişti. Telefonumun sesine uyanamadım, annemin o gün uyuyası geldi ve neticede ben randevuma geç kaldım. Randevuyu yakalasam 9.30 da bitecekti işim. 10 çeyrekte evde, kahvaltı masasının başında olacaktım.. tım tım tım....
       Sınav döneminde olduğumdan dün gitmem zorunluydu. Bende randevusuz gittim hastaneye. 9 da gittim 44 sıra numarası ile saat 11 e kadar bekledim. Tam benim adım ekranda yandı ki, geç gelen bir hasta, annesinin ısrarları ile girdi içeri. 30 unu çoktan geçmiş ama bir annesinin elini tutmadığı kalmış sayın A.D hem geç geldi hem de dakikalarca içeride kaldı. Bende kapının önünde... Hem de sap gibi.... Bugünkü sınava çalışmam gerekirken hastane köşelerinde saatlerimi yitirdim. Açlık, bekleyiş, sınav stresi sinirlerimi gerdi. Bir de o A.D ve anası... Sinirlerimi gerim gerim gerdikten sonra çıktılar, ben de hışımla içeri daldım.
      "Günaydın roac kullanıyorum. 3 ay bitti. Kontrol için gelmiştim." Doktor oturun dedi. Bunlarda adet bu herhalde. Gittiğim her doktor oturtmaya çalışıyor. Alt tarafı kan testini isteyelim diyeceksin ne demeye buyur ediyorsun ki. Otur otur otur. Ota boka otur dersen tabi ki işin geç biter. 
      Neyse oturdum ben. Yüzün iyi görünüyor dedi. Daha lekeler geçmediği için ben öyle hissetmiyorum dedim. Bunu yüzü asıldı. Memnun değilseniz bırakın, bu şartlarda tedavi edemem ben dedi. Sinir bende hararet yapar, bir de kadın söylenince gönül isterdi ki ceza hukuku alanına giren davranışlarda bulunayım, bir hakaret olur, sövme olur, darp olur...  Ama kanun kamu görevlilerinin görevi dolayısıyla mağdur olduğu suçlarda daha fazla ceza öngörüyor. Yok öyle demek istemedim gibi bir şeyler söyledim. Bu seferde umursamaz bir tavır ve lanet bir ses tonuyla testi istedim dedi. İşte o an gerçekten çizginin diğer tarafına geçmeyi istedim. Keşke ceza kanununu hiç öğrenmeseydim. Tüm davranışlarıma engel oluyor. Karşı çıkışım bir hakaret suçuna vücut verebilir diye her şeyi içime atıyorum.
     A.D ve anasıyla kan sırasında karşılaştık. Onlar da kurtuldular elimden. Kan verdikten sonra pamuğu yeterince bekletmeden otobüse koştum. Sonra baktım orası morarmış. Hay ben bu günün diye başlayan cümlelerim yolculuk boyunca devam etti. Evde hemen karnımı doyurup başladım çalışmaya. Ama nafile... Aklım kaldı doktorda. Kadını da erkeği de ayrı dert. Egosu everest olmuş insan evlatları... İstiyorlar ki her hasta gelsin ayaklarına kapansın, el etek öpsün, reçete için yalvarsın, tedavi sonunda şükranlarını sunsun.... İyi dedi şu yüzüme ya. Ne iyisi. Tamam belki 3 ay roac kullanmış olanlara göre iyi,  lakin sağlıklı bir bireye göre halim berbat. Ama tıbben çok iyiymişim.
      Sinirliyen ders çalışılmıyormuş, onu anladım. 14.30 da sonuçları almak için gittim. Ama kanımı inceleme gereği görmemişler. Ne gerek var ki kan testine? Çoookkkk sağlıklıyım zaten ben, değil mi? Laboratuvara gidip sonuçları sordum. Adımı aldı, içeri girdi. Sonra da sizinki cihazdaymış, 20 dakikaya çıkar dedi. Ben de yedim. 11 de verdiğim kanı ancak bu saatte cihaza tıkabilmişler, sağolsun, varolsunlar.
      Sonuçları göstermek için tekrar sıra aldım. 608. Doktor hala 90 lardaydı. Saat oldu 3, oldu 4, oldu 4.30. Ama kapı hala hasta dolu. Yalnızca onun kapısı kalabalık. Diğer tüm doktorlar, sekreterler gitti. Bir biz hastalar kaldı, bir de doktor hazretleri. Ekranda bekleme sırasında dahi adımı göremeyince durumu sekretere söyledim. Sonra hazret, ben acizi içeri davet etti. Gene "oturun" eşliğinde...  Saat 5 e çeyrek var hala oturun diyor. Neyse uzatmadım oturdum. Kolestrol 262 den 234 e düşmüş. 10 gün boyunca günde 40 dk spor yaptım, tabi düşecek lan. Zaten gün içindeki en iyi şey buydu. Ama bir işe yaramadı aynı dozda devam et dedi. Reçeteyi yazdı ve birden nutuğa başladı. Tedavi için güven gereklidir,eğer memnun değilseniz bırakabilirsiniz, doktor seçme hakkınız var bla bla.....
       Bir tıpçının, ben dururken haktan hukuktan bahsetmesi üzerine tepem iyyice attı.
      "Ben tedaviden memnun değilim demedim. Yalnızca yüzümün iyi göründüğünü düşünmüyorum dedim. Siz roac ı 3 ay kullanmış hastalara göre değerlendirme yapıyorsunuz, ben ise yüzümün 3 yıl önceki haline göre. Verilerimiz farklı olduğu için, sonuçlarımız da farklı çıkıyor. Hem ben hukuk okuyorum. Takdir edersiniz ki haklarımı sizden dah iyi bilirim. Hasta Hakları Yönetmeliği madde 9 gereği doktor seçme ve değiştirme hakkına sahibim. Haaa bu arada Tıbbi Deontoloji Tüzüğü madde 18 gereği doktor da mesleki veya şahsi sebeplerden ötürü hastasına bakmaktan çekinebilir. İyi akşamlar..."
    ......................   
      Diyemedim ya la. O odadayken bunların hiçbirini diyemedim. Kadının biri benim -hukuku bitirmek üzere olan bir öğrencinin- karşısına geçip sizin haklarınız var dedi ve ben ona hiçbir şey diyemedim. Bir de ben öyle demek istememiştim gibi ezik cümleler kurdum. Onca yıl oku ama kendi hakkını bile savunmaktan aciz ol. Tek yapabildiğim tutmayacağını bile bile eve dönüş yolunda tıp alemine lanet okumaktı. Şeytan diyor ki tıp hukukunda uzmanlaş ve tüm doktorları görev kusuru sebebiyle attır içeri.
       Oooofffffffffff ooofffffffffff.. Elin tıpçısı bile bana hak diyor hukuk diyor, bir de ben hukukçuyum diye geçiniyorum. Mesleğimin yüz karasıyım ben.