Geçenlerde anneannemi doktora
götürdük. Hastanede organ bağış bürosunu görünce, hazır yanımda 2 tanık da
varken organlarımı bağışlayayım dedim. Odaya girdim ama kimse yoktu. Kimse
bağışlamadığından adam yerinde durmaktan vazgeçmiş olmalı. Bağış yapanların çoğu
ailesinden ya da yakın çevresinden birini organ bulamama sebebiyle kaybetmiş,
bağışın önemini anlamış kimseler. Her bağışlayanın organı da alınamıyor. Organ
zarar görmemiş olmalı, kadavradan nakil de yapılmıyor sanırım. Bunun içinde
mümkünse hastanede al canımı diyorum Tanrıya. Sokakta ölsem bunca yıllık yol
arkadaşlarım boşa gidecek. Anam hemen bu yaşta ne bağışı dedi ama ölüm yaşa
bakmıyor ki. Benimki bakmasın da, ev ahalisinden biri gidecekse ilk ben öleyim.
Tuvaletin havalandırma
penceresi bozuk ara sıra kapağı düşüyor. Bugün de oturmuş işimin bitmesini
beklerken lan şimdi düşse kapak, şuracıkta ölsem ne kötü olur. Sfu'nun da
etkisiyle ölümün her şekilde gelebileceğini öğrendim. Tuvalette ölüm... Bok
yoluna gitmek böyle bir şey olsa gerek. Adam olmadığından daha organlarımı bağışlamadım
ama bizimkilere vasiyet ettim. Sonra da düşündüm organlarım benim ardımdan
neler derdi diye....

Gözler: Ahh ben bu
kızdan neler çekmedim ki. Sürekli kitap okudu, film izledi, tv seyretti. Ne
güzel Türkiye’ye düştün, orada 3 kişiye yılda sadece 1 kitap düşüyor
demişlerdi, lakin bu kızın günde 1 kitap bitirdiği vaki. Ortalamalara uysaydın
ya güzelim. Gencecik yaşımda beni gözlüğe mahkum ettin. Bir de lens aldı ki,
başa bela. Hele ki ilk zamanlarda. Lensi kolay takıyordu ama çıkartmaya
çalışırken ağzıma sıçıyordu yani. Kıpkırmızı oluyordum. Az daha korneamı
çizecekti. Hem erkek düşmanıydı da. Bir çift göze sevgiyle, muhabbetle
bakamadım. Sadece öfke fışkırıyordum, ejderha idim sanki. İnşallah yeni sahibim
beni düzgünce kullanır, kitap falan okumaz.
Yüz: İyi ki yüz
nakli çıktı. Yoksa toprakta heba olacaktım. Tamam, topraktan geldik, toprağa
gideceğiz de bu kadar erken gitmeye ne hacet. Hele ki Poena’dan yeni
kurtulmuşken. Ay neydi o öyle, paso çikolata, cips, tatlı yerdi, sonra da neden
benim sivilcelerim çıkıyor derdi. A be kızım, boğazına sahip olsaydın da
çıkmasaydı. Delik deşik etti beni. Uzmanlar o kadar bağırıyor sivilcelerinizi
sıkmayın diye ama hiç dinler mi? Sıktıkça sıktı, onlarda çıktıkça çıktı. Ahhh...
Ahh... Gençliğime, güzelliğime doyamadım. Bir de suçu bana atmaz mı? Aynalardan
kaçmalar, her gün bana lanet okumalar... Ben de sana okudum canım, ama
duymadın. Yeni sahibimle güzelliğime yeniden kavuşmayı arzuluyorum.
Kol/Bacak:Temizlik
sevdalısıydı bu kız. Tamam, yap da adam gibi yapsana. Oraya çaktı,buraya çaktı,
mosmor olduk. Bir de garip hormonları da vardı ki bunun. Kıllarımız batık
olarak çıkıyordu sivilcelerine yaptığı gibi bizleri de sıkıyordu, böyle koyu
lekeler oldu. Kıllı olduğunu dünya alem biliyor zaten. Bir ara jiletle almaya
kalkıştı. İyice orman olduk. Sonra epilatör, ağda kullandı da azaldık biraz.
Kalp: Valla ne
diyeyim, beni çok az yordu. Heyecanla falan işi yoktu mevtanın. Güzel güzel
geçindik. Büyük aşk acıları da çektirmedi bana. Biraz sevgisiz kaldım ama o
kadar kusur kadı kızında da olurmuş.
Akciğer/ Karaciğer:
Ne sigara ne de alkol kullandı. Yılbaşlarında azıcık içerdi ama onu da
gençliğine verir, görmezden gelirdik.
Yemek Borusu: Ah o
Poena yok mu? Yemekleri çiğnemeden hooop ağza... Lokmam büyük mü, küçük mü diye
bakmaz ki. Önce yutar, sonra düşünürdü. Düşünmesi de ancak lokmalar bana
takılıp acı verdiğinde. Her tarafım çiziklerle doldu. Hele ki balık zamanları. Hamsinin
de kılçığından ne ola ki deyip atardı ağza. Onlar da beni yırta yırta
geçerlerdi. Şimdi vazgeçti balık sefasından. Ben de kurtuldum bu cefadan.
Dalak: Kışlık
kıyafetlerinden kurtulunca kilolarının farkına varırdı. Sonra da başlardı
koşuya. Azıcık koşar, nefesi kesilir “ Benim dalağım şişti galiba, kansızlık da
var biraz” deyip bırakırdı. Güzelim sorun bende değil, senin homini
gırtlaklığındaydı. Ben görevimi paşalar gibi yapıyordum.
Mide: Poena mı?
İyi ki geberdi o kaltak. Şuncacık ömrümde çekmediğim çile kalmadı.Oburun
tekiydi. Sürekli sindirim yapmaktan gına geldi. Bizimki kilo alınca, midem de
pek tembel, yediklerimi eritmiyor ki derdi. Anam 7/24 çalışamam ya. Biraz az
yiyip dinlendirseydin ya beni. Ben de güzel güzel işimi yapardım. Bir ara
vermedin ki yemeğe. Mutlu olur yer, üzüntülü olur yer, kızgın olur yer,
sinirlenir gene yer. Hazır ondan kurtulmuşken uzunca bir tatile çıkıp
dinleneceğim.
Böbrek: Mide çok
çalışınca biz de çok boşaltım yapmak zorunda kaldık. Yaza yakın zayıflamak için
başlardı litrelerce su içmeye. Ömrüm tuvalette geçecek galiba diye düşünürdüm
ama baktı ki sadece su içerek kilo verilmiyor o da vazgeçerdi içmekten, günlük
rutinimize dönerdik. Bunun anasında taş da vardı. Acep bende de olur mu diye
epey telaşlandım ama sorun çıkmadan öldü sahip.
Apandis: Beni niye
listeye kattı ki bu kadın? Apandis nakli yapılmıyor. Bari mikrofonu kapmışken
konuşayım biraz. Atalarım, Nazi dönemi doktorlarınca bir işe yaramıyor
denilerek alındı, çöpe atıldı. Lakin yarıyorum. Görevim, kalınbağırsaktaki
mikropları yok etmek, hastalık yapmalarını engellemek. Poena’nın obur olduğu
düşünülürse, epeyce boşaltım yaptık, bende ömrüm yettiğince mikropları
temizledim.
Beyin: İlk
başlarda aramız pek iyiydi. Göz kardeş bozulsa da bu duruma kitap okuyup
kıvrımlarımı iyice arttırdı. Yüksek başarılar, pekiyi dolu karneler. Lakin ne
olduysa ÖSS’den sonra bozuldu bu kızcağız. Geçenlerde ceza hocası “Zehir gibi
çocuklar, derece yapıp geliyorlar buraya, sonra ne oluyorsa normal, makul, orta
zekalı insan seviyesinin bile altına düşüyorlar” demişti. Aynen öyle oldu. Bir
malaklaştı, bir durgunlaştı. Paso tv izliyor. Dekorasyon
programları,izdivaçlar, kalitesiz diziler gırla.. Bir de hayal kurma merakı
başladı. Evde yan gelip yatıyor, yapamadığı şeylerin hayalini kuruyor.
Yavrucuğum hayalini kuracağına çıkıp yapsana. Daha gençsin, ne işin var senin
emekliliğini planlamakla. Biraz salaktı da galiba. Hem uzun yaşamak istemiyor
hem de emeklilik hayalleri kuruyordu. Gündüz kuşağı bu hale getirdi bunu. Bir
ara silah alıp beynimi dağıtarak yaşamıma son vereceğim falan diyordu. Anaaammm
dedim, parça pinçik edecek beni. Neyse ki ileri bir tarihe erteledi bunu. Ben
de biraz teskin oldum.
Size kötü davrandığım için
özür dilerim tüm organlarım. Lütfen hakkınızı helal edin.
Çocuk
doğurmanın hep kutsal bir şey olduğu söylenir. Ama bir şeyi kutsal yapan onun
ulaşılmazlığı, korkuyla karışık saygı duyulabilir olması, gizemliliği,
bilinmezliği değil midir? Kural olarak her kadın çocuk doğurabildiğine göre
kutsallık orta malı haline gelmiş olmuyor mu?
O zaman
neden çocuk, çocuk doğurmak kutsal görülür? Mucizevi anlamlar yükleyip
nüfusumuz daha arttırılmaya çalışılır, bakılamayacak bile olsa doğurdukça
doğrulur?
Erkekler için çocuk soyun devamını sağlaması açısından önemlidir.
Genetik açıdan kız da soyun devamını sağlar. Ama erkekler soyun yanında
soyadının da devamını ister. Bu nedenle erkek adamın mutlaka 1 tane erkek
evladı olmalıdır. Bu durumda erkeklere yöneltilecek soru şu olmalıdır: Senin
soyunun/soyadının kıymeti nedir? Sanki kendisi padişah da devletin devamı için
bir şehzadeye ihtiyaç var. Soyadı açısından bakarsak da Yılmaz ya da Kaya
soyadlı kimseler soyadım devam etsin çabasına girmemeleri gerekir, zira her yerde
onların soyadaşlarından var. Eski zamanlarda yaşasak, kızsa başlık parası
gelir, oğlansa tarlada çalışır, iş gücü olur denirdi ama günümüzde o da
kalmadı. O zaman niye evlat istersin be adam?
Kadın için çocuk bir nebze daha önemli kabul edilmiş.
Ne de olsa cennet anaların ayakları altındadır. Bence yorumlanması gereken bir
cümle (Hukukta da kanun maddelerinin yorumu yapılıp bir cümleden 10 farklı
sonuç ve bir o kadar doktrin yaratılır ve öğrencinin bunları bilmesi istenir).
1.görüş: Tüm analar cennetliktir, sen de cennete
gitmek istiyorsan anne ol.
2. görüş: Cehennem, cennetin üst katındadır. Tüm
analar cehennemdedir, haliyle cennet anaların ayakları altında(ki kattadır).
3.görüş: Cennet anaların ayakları
altında denilmiş, amma velâkin bütün anaların ayakları altında denmediğinden
iyi analar cennete, kötü analar cehenneme gider.
Şimdi ilk görüşü kabul edecek olursak tüm anaları
yalnızca ana olmaları sebebiyle cennete gönderdik, bir diğer kalıp yargı olan
‘tüm şehitler cennete gider’ i de kabul edersek ve günümüzde herkese ...şehidi
demeye başladığımızdan analar dışında kalanlar da şehitlik payesiyle cennete
gider. Bu durumda cehennem içi boş bir kavram olur ve var olmasıyla çelişki
yaratır. O zaman neymiş, 1.görüş geçersiz
2.görüşü kabul edersek, iyi insan-kötü insan ayrımı
yapmadan sadece ana diye bir kimseyi cehenneme göndermek olmaz. Zira cehennemi
hak eden var hak etmeyen var. 2.görüş de geçersiz
Doktrinde kabul edilmesi gereken ve benim tarafımdan
da desteklenen 3.görüş en makul olanı. Öyle ana oldum, cennete gideceğim demek
olmaz. 3.sayfa haberlerinde ne analar görüyoruz biz.
Bence çocuk doğurmanın kutsal olduğu miti erkeklerce
yaratıldı. Zaten bir şeyin saçma olduğunu gizlemek, onu eleştirilerden korumak
istiyorsan ona kutsallık atfet. Kadının elinden her şey alınmış. Alamadıkları
tek şey ne? Çocuk doğurmak. O da bir angarya zaten. Bunu gizlemek için de ona
kutsallık yüklendi, cennet senin ayaklarının altında dendi. Kadın da elinde
kalan tek şeyle, çocuğuyla gururlanmaya kalktı. Ne yapabilir ki? Ne siyasette,
ne sanatta ne de hayatta bana yer yok, batsın bu dünya deyip intihar etmek
yerine “aslanlar gibi çocuk doğurdum, anayım ben” deyip kendini aldatma, avutma
yolunu seçti. Kutsal olduğu söylendiği için kadının bunu kötülemesinin de önüne
geçildi. 9 ay karnında taşı, sonra doğum sürecinde birçok acı çek, sürekli
ağlayan, yakınan bir evladın olsun, büyüdükten sonra da verdiği keder
eksilmesin ama gene de seni, onu sevmeye mecbur bıraksınlar. Ama neydi analar
kutsaldı demi.. Hadi oradan ya..Al kutsallık senin olsun.
Benim gibi bu düzeni eleştirenlere de “Hele bir
çocuğun olsun görürsün” denilerek müstehzi ifadeyle süzülmek kaldı. Zaten kalıp
yargıları eleştirenlere hep böyle denmez mi? “Hele bir evlen görürsün”,“Hele
bir çalışmaya başla görürsün”... Bunları duyunca hayatımı hiç yaşamamış gibi
hissediyorum. Öyle değil mi ama? Sanki hayatım çalışınca, evlenince, çocuk
doğurunca başlıyor. O zamana kadar ki tüm evreler boşuna mı yaşanıyor yani.
Hangi aile biz bu çocuğu planlayarak, ölçüp biçerek
yaptık, ona en iyi genlerimizi verdik, mükemmel olacak bu çocuk diyebilir.
Çocuk, haz vermesi için yapılan eylemin yan ürününden başka bir şey değil midir?
Cinsel birleşme ile amaçlanan haz almaktır. Çocuk ise bu ilişkiden doğan ve
taraflarca ‘eee bir halt ettik, sonucuna katlanalım, çocuğu kabul edelim,
sevinelim’ denilen bir varlık. Sperm ile yumurtanın buluşup kaynaşması. Sınavlar
yaklaştı, sivilcelerim arttı diye iyice nefret etmekteyim bu ikiliden. Ne
gereği vardı koşa koşa yumurtaya yapışmanın... On binlerce sperm vardı orda,
niye beni yaratacak olan yarışı kazandı? Keşke başka bir
sperm ulaşsaydı o yumurtaya. Bende var olmamanın mutluluğuyla dolsaydım. Hem bana
sordunuz mu doğmak istiyor musun diye? Sorsalardı kesinlikle hayır derdim. Ne
işim var benim dünyada. Bir sperm, kanalizasyona gitmeyeyim diye yapışmış yumurtaya,
sonra da ben olmuşum. Ne muhteşem bir durum... Çocuk haklarına aykırı sayılsın
bu hal. Benim de bir çocuk olarak yaşamayı istememe hakkım olmalı. Yeni
anayasaya koysunlar bu hükmü.
NOT: Başlık, yarışma programına katılmış bir adamın konuşmasından
alındı. Beyefendi kızına söz vermiş, eğer barajı geçerse kızına kardeş
yapacaklarmış. Pazarlık konusu edilmiş, kızıyla yapılan anlaşma sonucu doğacak
kutsal çocuk...Peeehhh....
Ben
gene kitaplarımı aldım yanıma, yatakta ders alışacağım güya. [ Bir araştırmaya
göre üniversite öğrencilerin çoğu sınıfta uyuyup, yatakta ders çalışıyormuş. Ben de o
öğrencilerdenim işte. Kendimi çok normal hissettim şu an, oysa hep
farklıyım sanırdım. İşte ben yatakta ders çalışıp(eskiden çalışırdım şimdi
sadece kitabın kapağına bakıyorum) , yemek yiyip, TV izleyip, çay-kahve içip,
internete giriyorum ya yatak artık asıl işlevini yitiriyor (asıl işlev uyku
aracı olması, fena fikirlere karşıyız) ve ben uyumak için yatağa girince
uyuyamıyorum. Çünkü beyin alışmış yatakta sürekli bir faaliyette bulunmaya, ben
uyumaya çalıştıkça ‘Kalkıp bir şey yapsana lan’ diye sinyaller yolluyor. Sonra
sabaha kadar uykum gelsin diye tavadaki köfte gibi kendimi bir o tarafa bir bu
tarafa çeviriyorum. Koyun da sayamıyorum zaten. Bir koyun atlıyor, iki de
atlıyor, hadi üçüncü de atlasın derken bunlar sıralı düzene isyan edip çite
akın ediyorlar. Ben, geçin sıraya olmaz ki böyle, nasıl sayacağım ben sizi,
vallahi almam ağıla, kalırsınız dışarıda, kurtlar kapar sizi, diyorum ama kim
dinler beni. İsyanı bastırmak için çabalayan zihnimde uyku falan kalmıyor.
Resmen beynimle savaşıyorum ya. Bir konu üzerinde düşünmeye çalışınca da aynısı
oluyor. Konuyla alakalı alakasız her şey zihnime üşüşüyor. Ben şimdi zengin
olma hayali kuracaktım. Bu sırada ders çalışamamama (..mamama),bir araştırma
sonucuna, uyku problemime, isyankar koyunlara, çarkı bozulmuş zihnime
değindim. Kapa artık o parantezi.]
Ders
çalışmaktan daimi surette nasıl kurtulurum ve yaşamımı dilediğimce devam
ettirebilirim derken keşke zengin olsam dedim ve daha zengin olmadan\olamadan
zengin olduktan sonra yapacaklarımı planlamaya başladım(Pucca yaşar, Poena
hayal kurar diye boşuna yazmadım ben).
---Şöyle
50 bin takipçim olsa, Okan çağırır beni Kraliyet Ailesinden birine. Teke tek
konuşmada başarısız olduğumdan Kral Çıplak’a çıkamam. Muhabbet ve Muhallebi
Kralı’na çıkacak kadar bilgi sahibi de olmadığımdan ( azıcık hukuk
çalışaydın ya. Bir sorunla ilgili hukuki görüş bildirirdin) kaldı bana
Medya Kralı. Programa da Okan Yalabık, Tarkan ( oha demeyin zaten ütopik bir yazı bu), Serhat
Tutumluer, Devrim Evin gelsin. Bu adamların yanında bulunmak zaten heyecandan
öldürmeye yeter beni, bir de o kadar seyirci izleyecek diye gerilirim ben.
Gerilince çok sinirli olurum (Normalde de öyleyim ama burada bir ekstrem hal söz konusu
olur). Okan da sağ olsun alay etmeyi sever. Programın
sonunda ben ona bir tokat patlatırım (Hukuk okuyorum ama şiddete karşı değilim,
mağdurun 18 ini aşmış erkek ve failin kadın olması koşuluyla). Ya da
zihnimin beni sevmeyen tarafı ‘Rezil oldun salak, rezil oldun’ diye
diye kalp krizinden öteki tarafa yollar beni. Ben en iyisi konuşmayayım. Onlar
konuşsun, telefonlara cevap versinler, ben alayım elime bir kitap, onu
okuyayım. Evet, evet öyle yapayım. Hem magazin haberlerinde ‘Programına çıktı,
ama Okan’ı tınlamadı’ falan derler. Ünüme ün katarım böylece.
---Çıkışta
Okan Yalabık’ı bizim eve mi atsam ha. Nasıl konuşayım ki ben onunla? Yazarak
anlaşamaz mıyız? Bu utangaçlık başa bela. Azıcık bile olsa hoşlandığım hiçbir
erkekle konuşamamışımdır. Konuşsam bile hep onları aşağılamış, azarlamışımdır,
kendilerini sevdiklerimi anlamasınlar diye. Gözler kalbin aynasıdır, derler ama
yalan yani. Benimkilerden yalnızca öfke fışkırıyor. Ya da bu erkekler
okuyamıyor gözleri. Zihin okuyucu araçların üretilmesi için teşvikte bulunayım
ben. Hem bilimi destekliyorum derim hem de kendimi ifade etmenin çaresini
bulurum. Ben bunları düşünürken Okan çoktan evine gitmiş olur, ben de evime
atarım kendimi.
---Evi
İstanbul’dan alırım. Site içinde, bahçeli, dünyadan ırak bir yer olmaz.
Nişantaşı, Cihangir, Taksim gibi bir yerde olsun. Araba da alırım ama şahsen
kullanmam. Trafikte o kadar bekleyemem, arkadan biri selektör yapsa ya da korna
çalsa beysbol sopasını kaptığım gibi indiririm camlarını. Sonra polisler,
mahkeme....Ünlüyüm diye basın da gelecek . Offf yani.. Yürüyerek giderim ben her
yere.
---Bir
Hollywood filmi de çektiririm. Kadın başrolde elbette ben varım. Hatta filmde
yardımcı kadın oyuncu ödülüne aday olacak kıymette biri yer alamayacak. Erkek
başrolde Matthew Macfadyen, yardımcı erkekte Okan Yalabık( ben niye taktım ki
bu adama)/Edward Norton/Andrew Buchan’ı düşünüyorum.
Senaryoyu da ben yazarım. En iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu ödülünü ‘Oscar goes to Poena’ repliği eşliğinde alırım. Ödülü kim versin? Kim
versin?..Hımmm.... Kevin Spacey. Ödülü alırken bir öpücük kondururum ben ona,
sonra da ülkeme, aileme, başta Matthew olmak üzere tüm film ekibine ve beni
bugüne getiren takipçilerime teşekkür ederim.
---Kütüphane
kurma hayalim vardı ama o makul emeklilik ikramiyesi için kurulmuş bir hayaldi.
Bu kadar ünlü ve zengin olduktan sonra niye kendimi kütüphaneye kapatayım. Evde okumaya devam ederim.
---En
son hayalim de Ay’a gidebilmek. Gidecek her Türk’ün yapacağı gibi bende
öncelikle Türk bayrağını dikerim. Yanıma tartımı da alıp Ay’daki yer çekiminin azlığının güzelliğiyle (ne tamlama oldu be
vaaoovvv)
tartıdaki hafifliğimin fotosunu çeker, profile koyarım. Son resmim de bu olacak
zaten, çünkü geri dönüş yolunda bilinmeyen bir sebepten dolayı uzay mekiğimiz
kaybolacak ve biz uzay boşluğunda yanarak öleceğiz, küllerimiz tüm evrene
dağılacak. İşte mutlu son.
Ben
gidip kitaplarımı açayım gene. Hiç mi cezbedici olmaz şu kitaplar. 1000
sayfadan az hukuk kitabı yazılmaz, yazılsa da basılmaz, basılması teklif dahi
edilmez, hadi basıldı diyelim kitabın yazarı gelmiş geçmiş tüm akademi aleminin
lanetine maruz kalacaktır diye bir kural mı var acaba. İçindekiler bölümü 100
sayfa olur mu ya, birçok hikaye kitabından daha kalın.