31 Aralık 2012 Pazartesi

Noel Babaya İcap....


    Boktandın 2012. Olur da ileride bir nostalji yapayım dersem sana dair hiçbir şey aklımda kalmaz herhalde. İyi ki gidiyorsun bebeğim.
          Bari yılın özetini çıkartayım. Okulun en iğrenç senesi 3.sınıfla yılın yarısı gitti. Tüm yılım medeni usul, vergi hukuku gibi gereksiz derslerle geçti. Medeni usulü zaten alttan alıyorum. Vergiye dair aklımda kalan tek şey milli piyangodan büyük ikramiyeyi kazanırsam %10 luk veraset  ve intikal vergisini ödemek zorunda olduğum. Daha cebine girmemiş paranın vergisini hesaplatan yerdir hukuk fakültesi.
       Onun dışında aşk meşke dair bir halt olmadı. Tüm yıl güzel aşklar sizi bekliyor diye beni kandıran günlük fal yazarlarına selam olsun. Boşuna umutlandırdınız lan beni. Gönül ister ki bir dava açayım, kandırdılar beni hakim bey diyeyim bir aynen ifa talep edip bana sevgili bulmalarını isteyeyim o olmadı bari tazminat versinler diyeyim ama maalesef hukukun alanına girmiyor bunlar.
       Yılın en iyi olayı İstanbul'a gitmemdi. Gerçi İstanbul'un harap ve viran halini görünce ondan aldığım zevk ile bana verdiği acı birbirini dengeliyor. Haliyle oradan da bir kazancım yok.
      Tabi Tarkan'ı 2 defa dinleme şerefine nail olmak güzeldi. Onun dışında Aamir ve Hint sinemasını keşfetmek da yılın getirdiği güzel şeyler.
      Akne belasından bu yıl da kurtulamadım. 2013 e bile sivilceli gireceğim. Yanağımda bir tane çıktı yılın son gününde.
       Onun dışında neler oldu desem hiç bir şey olmadı dedim ya yazının başında. Daha ne düşünüp duruyorsun. Şimdi bile ders çalışıyorum. 2Ocak a sınav koyan sevgili fakültem sana da selam olsun.
      Bak aklıma Pargalı geldi gene. Bu yılı da çıkardın yavrum ama seneye ölüm geliyor. Nasıl üzülüyorum anlatamam ya. Ders çalışırken hatırlıyorum şöyle bir iç çekiyorum sonra derse devam etmek zorunda kalıyorum. Öldürmeyin lan adamı. Başbakan olsaydım sözümü dinlerdi o senarist, ama aciz bir kul olarak bir şey yapamıyorum ki. İktidarın gözü kör olsun.
     Şimdi yeni yıl isteklerine geliyorum. Milli Piyango İdaresi'nden bilet numarama şöyle bir 250 bin civarında ikramiye vurdurmasını istiyorum. Eros senden Okan Yalabık'ı bana aşık etmeni istiyorum. Hocalardan bana vizelerde 80 ve üzeri not vermelerini istiyorum. Sonra AÜHF den bu sene diplomamı vermesini istiyorum. ÖSYM den beni tarih bölümüne öğrenci olarak kaydettirmesini istiyorum. Tercihen ODTÜ, Ankara ya da İstanbul üniversitesi. Sonracığıma aknelerimin ve lekelerinin gitmesini istiyorum. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Aslında Noel Baba, sen boş bir kağıdı imzala ver bana. Ben aklıma geldikçe doldurayım, sen de onları yerine getir, olur mu? Kendine iyi bak, öptüm bay.

NOT: Sözleşmenin meydana gelebilmesi için gerekli olan iki irade açıklamasından zaman bakımından önce yapılana icap, sonra yapılana kabul denir. İcap sözleşmenin doğabilmesi için teklifte bulunmak demektir.

20 Aralık 2012 Perşembe

İbrahimname

       Tarih deyince aklımda hemen masal kavramı belirir. Prensler, prensesler, padişahlar, görkemli saraylar, kıyafetler, uşaklar, savaşlar ve barışlar.... Gerçekten ziyade bilinmeyen bir ülkede, bilinmeyen bir zamanda geçen öyküler gibime gelir daima. Tarihi gerçeklik denilen şeye inanamam bir türlü. Tarih ile gerçeklik yan yana gelemez ki. Birkaç adamın izlenimlerini yazdığı kitaplardan, çizdiği resimlerden gerçeklik ne kadar çıkar? Şimdi bile yanımdaki adamın neyi neden yaptığını bilemezken yüzyıllar önce yaşamış bir insanların ne saiklerle davrandığını nasıl bilebilirim? Onu nasıl suçlar ya da aklarım? Tarihte nedenler olmaz. Yalnızca olaylar vardır. Tarihçiler de birtakım bilgi kırıntılarıyla olayların nedenlerini bulmaya çalışır. Bu nedenlere doğru ya da yanlış diyemeyiz. Yalnızca bu onun yorumu denilebilir. Daha fazlası değil. Aksi halde biz, başka bir yorum getirmiş oluruz. Ve hiçbir yorum diğerinden daha az değerli değildir.
      Niye sivilce yazılarını bıraktım da tarihe ilişkin yorumlar getirmeye başladım? Okul bitmek üzere ve ben hukukun bana göre olmadığını farkediyorum. Tarihi daima sevmiştim. Her şeyin uzakta olması, mutlak gerçekliğe hiçbir zaman ulaşamayacak olmak ve daima fantezilere(nedenlere ilişkin kurgular) açık bir alan olması onu cazip kılan özellikler. Daima mazide yaşayan benim için biçilmiş bir kaftan. Ama yazının asıl sebebi bu değil. Sebebim İbrahim...
  http://media.startv.com.tr/PhotoGalleries/6224/10017.jpg   
      Muhteşem yüzyıla olan sevgim büyük. Kanuni ile Halit Ergenç gibi sevdiğim 2 adamın aynı bedende buluşmuş olması  nedeniyle başlamıştım diziye. Lakin gönlüm sonradan Paşa'ya kaydı. 'Bu ne güzellik, bu ne yüz, bu ne kokudur? Aklım saçının kokusuyla doludur, Poena ansızın divane oldu, bu ne aşk, bu ne dert, bu ne huydur?' diyerek celladın Kanuni'den çaldığım şiiri sana armağan ediyorum İbrahim.
     İşte bu İbrahim aşkı, dün geceden beri derin kederler yaşatmakta bana. Mustafa'nın rüyasında Paşa'nın başı olmayan gölgesini görmesiyle kalbim sıkışmaya başladı. Sonra ramazan ayına ilişkin bir sürü yasağı içeren ferman okundu. Yani Pargalı'nın vadesi dolmak üzere. Daha sonra maviler giymiş Hürrem'in ninja kaplumbağalara benzeyen adamlarının gözükmesiyle kalbimden gelen derin bir iç çekişe engel olamadım. Gerçi Pargalı'nın ölümü o şekilde değil, daha 1 ya da 2 bölümü var ama ben gene şimdiden başladım üzülmeye.
      İtiraf etmeliyim ki diziye kadar Pargalı'nın varlığından bihaberdim. Benim için Muhteşem Süleyman döneminde yaşamış bir sürü sadrazamdan biriydi. Hatta adını bile bilmiyordum. Ama bilgisizlik, öğrenme isteğine engel değildir. Başladım Pargalı hakkında okumaya. Hatta Pargalı döneminde edebi yaşamı anlatan bir tez bile okudum. Ama kendisinin büyük bir edebiyat hamisi olduğu gerçeği dışında hayatına ilişkin bir bilgi yoktu. Evet en büyük sorun buydu. Kendisine ilişkin hiçbir bilgi yoktu. Dönem siyaseti üzerinde oldukça etkili, ancak kendisinin başarıları Kanuni'ye atfedilmiş. Ne de olsa o bir padişah değil mi?
    Kendisi 1493'te Parga'da doğuyor. Rum veya İtalyan kökenli olduğu sanılıyor. Küçük yaşta korsanlar tarafından kaçırılıp Manisalı dul bir kadına satılıyor. Dizide bu devşirme ruh hali çok iyi yansıtılmıştı. "Yoksa döndüm, değiştim, geldim dediğin her yerde, her dilde ve dinde hala dönme misindir?Dönmek kabiliyet değil, zaruret midir İbrahim?"
     Bu aşağılık psikolojisinden bir türlü kurtulamamıştı bence. Kanuni'nin tahta çıkışıyla beraber hasodabaşı, sadrazam, Mısır beylerbeyi, seraskerlik gibi birçok makamda yer alıyor. Basit bir köleden bir sadrazam yarattın ancak kibrine engel olamadın. Ve yükselişinin çabukluğu gibi düşüşünün de çabuk olacağını öngöremedin. Ama büyük insanlara büyük ölümler gerek değil mi?
    Evlilikleri konusunda da bir belirsizlik mevcut. Bir görüşe göre padişahın kızkardeşi Hatice Sultan ile evlendiği, diğer görüşe göre Muhsine Hatun adında saraydan olmayan bir kadınla evlendiği yazılı. 3. bir görüşe göreyse Hatice Sultan ile evliyken Muhsine Hatun'a aşık olduğu hatta Hatice Sultan'ın bu duruma üzülmesi nedeniyle Kanuni'nin böyle bir ölüm kararı verdiği ileri sürülmekte.
    Kanuni ile olan ilişkileri ise fazlasıyla karmaşık. Bir kısım Mevlana-Şems ilişkisi gibi tamamen ruhani bir gönül bağı olduğunu ileri sürmekteyse de bir kısım işe cinselliğin de karışmış olabileceğini düşünüyor. O dönemde oğlancılık büyük günah olarak görülse de sıklıkla yaşanan bir olgu. Pargalı'nın hızlı yükselişini ve Kanuni ile olan bu yakın bağlılığını bu ilişkiye bağlıyorlar. Ayrıca Pargalı'nın Hürrem'i, çok sevdiği padişahının eşlerinden bir değil de bir rakip olarak görmesinin sebebi de bu olabilir denilmekte. Keza Hürrem'in ona duyduğu büyük nefretin temelinde de kıskançlık yatıyor olabilir. Dizinin bu bölümünde de Hürrem Pargalı'yı hünkarını zehirlemekle suçladığında 'Senin nasıl bunu yapman mümkün değilse, işte o sebepten mütevellit benim de bunu yapmam mümkün değil' cümlesi bu düşünceye bir gönderme midir?
     Hürrem ile Paşa ilişkisine dair bir rivayet de Cahit Ülkü'nün masal olmayan masallar üçlemesinin Pargalı İbrahim Paşa kitabında yer almakta. Kitapta esir alınan Hürrem'in öncelikle Paşa'ya sunulduğu, orada bir eğitimden geçtiği yazılmıştır. Zamanla Hürrem ve  Paşa'nın birbirine ilgi duyduğu ancak Paşa'nın nefsine yenik düşmemek adına kızı padişaha sunduğu yer alıyor. Daha sonra Hatice Sultan ile evlenen Paşa'ya iyice sinirlenen Hürrem onu öldürmesi için Kanuni'yi kışkırtıyor.Elbette bunlar bir yorum. Lakin bunların katiyen gerçek olamayacağını demek doğru olmaz. Tabi bir zaman makinesi icat edilip geçmişe dönmek mümkün olmadıkça...
      Kanuni'nin kendisine bağışladığı (bence kendisinin de hak ettiği) bu yüce yetkilere sahip İbrahim Paşa'mız gizli iktidar olarak yer alır. Dizide geçiyordu buna ilişkin bir cümle vardı: 'Bir padişah olmaktan daha üstünü, bir padişah üzerinde hüküm kurmaktır.' Ama zamanla bu bağışlamayı unutup kendini asıl güç kaynağı görmeye başlar. Kanuni boşuna demiyordu iktidar tehditttir, kör ve sağır eder diye.. Tamam zekisin, başarılısın, güçlüsün biliyoruz. Lakin ne diye dile getirirsin be adam. Avusturya elçilerine söylediği sözlerle çöküş dönemini başlatır(1). Daha sonra İskender Çelebi'yi idam ettirmesi, Şehzade Mustafa'ya olan düşkünlüğü sebebiyle Hürrem'i karşısına alışı vb. sebepler çöküşte etkili olmuştur.
      Kanuni Pargalı'yı öldürmeye karar verdikten sonra bir engelle karşılaşır. İbrahim Paşa'ya seraskerlik rütbesi verildikten sonra Paşa bu görevle kendisini ölüme daha fazla yaklaştırdığını söylemiştir. Kanuni de güvence olarak ben yaşadığım, bu gözlerim gördüğü müddetçe ölüm cezası vermeyeceğine dair bir belge hazırlamıştı. Bu sebeple ben nasıl öldürürüm bu adamı derken dönemin şeyhülislamı Ebusuud Efendi'den yardım ister. O da hukukun arkasını dolanmaya müthiş bir örnek teşkil eden fetvasını verir. Paşa, o kıymetli hünkar uyurken öldürülmelidir. Çünkü uyku hem yarı ölüm halidir, hemde gözler görmez(3.sezon fragmanında vardı bu). Paşa'mızın öldürüleceğini bildiğine dair rivayetler var. Kendisi kaçmayı değil, hünkarının eliyle öldürülmeyi seçmiş olmalı. Mart'ın 14 ünü 15 ine bağlayan gece Kanuni, Hürrem ve Paşa uzun bir iftar sofrasında bir araya gelmiştir. Her an öldürülme korkusuyla ne yapmıştır İbrahim?  Neler hissettiğini keşke bilebilseydim. Bir yanda yıllardır yanında ama sınırında bulunduğun padişahın, diğer yanda senin vasıtanla hünkara sunulmuş ama sonunda senin ölümüne sebep olmuş Hürrem.... Ne düşündün? Ne düşledin? Hiç keşke kaçsaydım dedin mi? Ya da ben bunu da atlatırım düşüncesi geçti mi kafandan?
       İftardan sonra Paşa haremde ağırlanmış, Kanuni uykuya dalarken 4 dilsiz cellat tarafından Paşa boğulmuştur. Naaşı Galata'da ki Canfeda Zaviyesinde yer almakta. İstanbul'a gidersem mutlaka uğrayacağım buraya.
      Dizide sanırım Mohaç Zaferi'nden sonra Matrakçı bir Süleymanname yazdığını söylemişti. Bizim kibirli Paşamız da neden İbrahimname yazmıyorsun demişti. Bu yazım sana armağan olsun İbrahim.


(1)Baş alan o sözler : 'Bu büyük devleti idare eden benim; her ne yaparsam yapılmış olarak kalır; zira bütün kudret benim elimdedir: Memuriyetleri ben veririm; eyaletleri ben tevzî ederim; verdiğim verilmiş ve reddettiğim reddedilmiştir. Büyük pâdişah bir şey ihsan etmek istediği veya ettiği zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmiyecek olursam gayr-i vâki gibi kılınır; çünkü her şey harb,sulh, servet ve kuvvet benim elimdedir.'

12 Aralık 2012 Çarşamba

Deforme olmuş zihinler...



       70 i yaptık bari 80. gün yazısını da yapayım. Şimdi geçen hafta yalnızca 3 tane sivilce çıktı. Bir tanesi her zamanki gibi çene bölgemdeydi. Okula gittiğim halde aramızda bir bağ oluştu. Kıyamadım, sıkamadım. Ve gene her zamanki gibi kendi gitti izi kaldı elimde.
       Bir tanesi yanağımdaydı. Yıkarken biraz haşin davranmış olmalıyım ki patladı gitti. Vallahi istemeden oldu. Özür dilerim sivilce. Diğeri zaten küçük bir şeydi. Kurudu gitti o.
      Doktor sivilce çıkışını engellemek için (nihayet akıl etti) dozu günde 40 mg a çıkarmıştı. Bende test etmek için biraz tatlı yiyeyim dedim. Dün 4 tane halley, 1 tane dankek; bugün 2 tane dankek yedim (ve gün daha bitmedi :) ). Tüm bu çabalarım sonucunda tıp aleminin yanıldığını kanıtladım. Şu an 2 tane sivilce var. Boynuma yakın yerdeler. Şimdilik patlatmayı düşünmüyorum ama ilerleyen saatlerde ne olur bilemem.
      Sivilce çıkmasını seviyorum ya. Her gün onları sayıp, büyüklüklerini ölçüyorsun, gerektiğinde sıkıyorsun falan. Gerçi lekelerde sayılabilir ama onlara müdahale imkanı yok. Deri altına nüfuz eden bir elim yok maalesef. Onlar kırmızı kırmızı durmaktalar. Sinir bozuculuk seviyeleri ilaca başladıktan sonra daha da arttı tabi.
     Sıkıntıdan tatlıya başvurduğum anlar dışında saçımla ilgilendim. Bepanthene-bemiks-evigen üçlüsünü denemeye karar verdim. Bemiksin kötü koktuğunu okumuştum ama bu kadarı çok fazla. Kaba yalnızca 2 damla döktüm (zaten toplasan 10 damla etmez şişe) ve tüm mutfağı bir koku kapladı. O sırada annem içeri girip ne yaptın sen, ne bu koku diye başladı. Şişeyi hemen çöpe attım, kalan 4 tüpü de atacağım. O şeyi saçıma sürüp nasıl yatabilirim ki ben. Bepanthene ve evigen karışımını saç diplerime yedirdim. Tabi yettiği kadarıyla. 4 ml ile tüm saçımı kaplamam beklenemez herhalde. Ya bunu dedim de hani yüze sürülen ilaçlarda mercimek tanesi kadar bir ölçü birimi vardır ya beni delirtir o. Ulan mercimek tanesi kadar şeyi ben nasıl yüzümün tamamına süreyim. İsotreksin e de öyle dediler, değil mercimek nohut, neredeyse bir misket boyutunda aldım sürdüm bir yanağıma. Gene de bir halt olmadı. Manda derisi gibi bir cilde sahibim galiba. Gerçi ilaç yüzünden şimdi öyle değil.
      İlaca Ankara soğuğu eklenince çok kurudu cildim. Masanın kenarına kolumu koyuyorum ve 10 sn sonra dümdüz bir çizgi beliyor. Temizlik yaparken çiziliyor bazen kanıyor. Burnum da kurudu. Dudaklarımın 2 kenarı da yarıldı. Palyaçolardaki gibi bir kırmızılık var.
     Yediğim kek ve halleyler dışında sağlıklı beslenme adına ceviz, bal, süt ve yoğurda devam ediyorum. 3 lt su da var tabi. Aslında onu 4 e çıkarırsam kuruluk bir nebze azabilir ama bu sefer de böbrekten olmak var. Karaciğerim zaten fazla mesaide, bir de böbrek eklemeyelim.
     Bunlar sağlık blogçusu misyonu adına yazdıklarımdı. Biraz da günlük hayata gelelim. Son günlerde Mayalar haklı çıksın diye dua eder oldum. 21 Aralık'ta kıyamet mi kopacak, yeni bir boyuta mı geçeceğiz, ne olacaksa olsun da ben şu sınavlardan kurtulayım. Toplamda 11 dersim var. İngilizceyi geç kaldı 10 ders. Ben o derslerden sadece birini çalıştım. Onu da anladım mı bilmiyorum. Sınavlar 2 Ocak'ta başlıyor. Kalan 21 günde 9 ders daha çalışmak ve çalışılan o biricik dersi unutmamak gerek. Yazı yazacağıma oturup çalışsaydım o biri 2 yapabilir miydim diye düşünüyorum ama mümkün değil. Kıymetli evrakta hoca bir şey anlatamayıp 'Kadınlar 32 den erkekler 35 ten sonra deforme olmaya başlar, spor yapın, daha iyi kısmetler bulursunuz' gibi tavsiyeler verdiğinden internetten not bulayım dedim. Benim özet not dediğim şeyler başka fakültelerde dersin bir yıllık notuna bedel.
      Zaten asistanı da sürekli soru soran cinsten çıktı. Yarınki derse o gelirse ben hiç girmeyeceğim. 4 yıl önce sana soru sorulma ihtimali var diye derslere giremeyeceksin deselerdi hadi oradan, ben dersle ilgili her şeyi bilebilirim diye karşılık verirdim. Özgüven değildi bu (zaten özgüvenli biri değilim). Yalnızca çalışmakla alakalı. İlkokulda, lisede güzelce çalışırdım. Tüm gün çalışmıyordum tabi, ama bana anlatılanları kavrayabiliyordum. Oysa şimdi hoca ile aramda bir duvar var. Büyük bir engel. Aşamayacağım, aşmaya kudretimin yetmediği bir engel. Onun söylediklerinden benim kulağıma gelenler o kadar anlaşılmaz ki. Hiçbir şey almıyor artık zihnim. Belleğim doldu sanki. İlgimi kaybettim hukuka, hayata.
   O yüzden ey Maya halkı! Lütfen 21 Aralık hususunda haklı olun. Kurtulalım artık bu dünyadan.

Not: Yarın hiç mi gitmesem derse? En azından bu hafta gitmeyeyim. Haftaya kadar çalışırım, hem o hafta pratik olur sorulara da cevap verebilirim değil mi?

2 Aralık 2012 Pazar

Derdim çoktur hangisine yanayım....

     70. günle birlikte aknetrent dönemini kapatıp zoretanin çağını başlatıyorum. Bir sonraki ilaç döneminde de roac ı alabilirsem tüm sivilce ilaçlarını tanımış ve tatmış olacak bu beden.
          Ayrıca 30 mg dönemi de bitti. 10 günlük yürüyüş ve ilaç bittiği için boş geçen 4 gün sayesinde kolestrolüm 278 den 262 ye düşmüş. Tabi hala normal sınırların üzerinde ama ivme düşme yönünde olduğundan dozajı günde 40 mg a çıkardı doktor.
     Bioblas ve bepanthen ampul saçımdaki kepeğe iyi gelmişti. Dökülmeler de azaldı ama tam anlamıyla bitsin diye ilaç istedim. Bepanthen ampul-bemiks-evigen üçlüsünü verdi. Saç diplerine sürülüyormuş, gece bekletip sabah saçımı yıkayacakmışım. Ampuller çok küçük, ben onları nasıl yetireceğim bilmiyorum. İnsanlar bu karışıma zeytinyağı veya badem yağı da ekliyorlarmış. Sonra yağı temizlemek için daha fazla yıkamam gerekir, bu da daha fazla zarar verir diye yağ eklemeyi düşünmüyorum ben. Bemiks de kötü kokuyormuş, olmazsa çıkarırım karışımdan.
       Geçen yazıdan beri ne değişimler yaşandı dersek.... Lekelerde hiçbir azalma yok. Eskiden günde 5 tane sivilce çıkarken şimdilerde haftada toplam 5 tane çıkıyor. Zaten 2. aydan sonra sivilce çıkışı çok az oluyormuş. Artık ilacın güzel zamanlarına geldim diye düşünüyorum.
     Yani ben öyle düşünüyordum. Ama daha buna çözüm bulmadan başka bir sorunla karşı karşıyayım. Polikistik over sendromu ya da daha karizmatik adıyla Stein-Leventhal sendromu.
     Adet düzensizliği bende hep vardı. İlk başlarda ergenlik diye, sonraları da çok stresliyim diye önemsemedim. Akne ile ilgili araştırma yaparken polikistik over sendromu hep karşıma çıkıyordu. Belirtilerin uyduğunu görünce bir doktora gitsem iyi olur diye düşündüm ama muayenenin nasıl yapılacağı konusunda korkularım vardı. Ya yumurtalıklarımda bir canavar yaşıyorsa, ya kist varsa, ya 6 aylık ömrüm kaldıysa falan filan... ( En büyük fantazimdir bu. Bir beyin cerrahının  'Beyin tümörünüz var, 6 aylık ömrünüz kaldı' demesi için canımı verebilirim vallahi.) İşte bu seçenekler aklımda dolanıp dururken gitmedim doktora. Sonra ben roac ı içiyorum ama eğer pkos varsa, bu hastalık hormonal olduğundan, alttaki sorunu tedavi etmedikçe bunlar tekrarlar durur diye düşündüm.  Ve erken uyandığım bir sabah 'Poena insan yaptığına değil, yapmadığına pişman olur' deyip çıktım yataktan.
     Randevuyu aldıktan sonra doktorun kapısında bekliyorum. Ama hala tedirginim. Çünkü doktorun kapısında bekleyen 2 tip insan var:
                 1)Hamileler ve eşleri,
                 2)Menopoz başlagıcındaki kadınlar.
 İnsanlarda beni bu tiplere yerleştirmeye çalışıyorlar. Menopoz seçeneği çabucak eleniyor. Hımmmm... Karnı çok çıkmamış.... Hımmm...Yalnız başına gelmiş. Hımmm... O zaman istenmeyen bir gebelik söz konusu olabilir mi? 
      Onlar hakkımda ne düşündü bilmiyorum ama bir ara 'ben hamile değilim yalnızca sivilceliyim' diye bağırasım geldi. Ekranda adımı görünce bağıramadan vardım doktorum yanına.
       Ben kadın doktor isterim diye gittim ama görevli erkek doktor verince itiraz edemedim. (Erkek doktor nefreti için bknz. Kar Beyaz Mendiller). Adet düzensizliği ve akne sorunum var dedim ama nasıl dedim bilemedim. Acayip gerildim. O kadar kitap okudum, film izledim, üniversiteyi bile bitirecek konuma geldim ama bir erkeğe adet düzenini anlatmak ne zor işmiş lan. Tamam o kadar tıp okumuş, hasta yok hastalık vardır, tıpta ayıp olmaz falan biliyordur doktor ama biz tıp okumadık ki. Sanki babama ya bu adetlerimde gecikip duruyor neden ki demiş gibi hissettim. Ben bu hissiyattayken doktor başka sorular sormaya başladı. Karnında, dudak üstünde, göğüs çevrende falan tüylenme var mı diye. Ben sadece yüzümde var dedim. Garip ama şimdiye pko hakkında araştırma yapana kadar dikkatimi çekmemişti yüzümdeki kıllar. Çok fazla değiller ama normal de durmuyorlar. Belki aknelerden ona sıra gelmedi.
     Soru aşamasından sonra ultrason aşamasına geldik. Karın bölgesine bir jel sürüp yumurtalıklarıma baktı ve polikistleri gördü. Karnıma bakıp 'senin tüylenme sorunun varmış' dedi. Onlar genetik bizim aile biraz kıllıdır deyince genetik tüylenme öyle olmaz diye anlatmaya başladı. Tamam doktor geri aldım sözümü deyince sustu. Hormon testi yapalım adetliyken gel dedi. Tamam zaten adetliyim dedim. Lakin kaçıncı gündesin sorusuna 4 deyince olmazı yapıştırdı. İlla 2 veya 3 olacakmış. Ya ne farkeder ha 3, ha 4 dedim ama sonuçlar değişirmiş. Yaklaşık olarak sonuç alınmaz mı ki dedim ben aptallıkla. Evet yaklaşık olarak hasta olursunuz dedi. Utancın üzerine bir de sinir eklendi. Birkaç gereksiz test için 3  tüp kan aldılar. Kevgire döndüm. Hemşirenin biri hamile misiniz diye sordu. Göbeğim o kadar büyük diye karnıma bakarken yok dedim kadına sinirle. Cildiyedeki hemşire de saçın da mı sorun var demişti. Bu hemşireler tahmin oyununu çok seviyorlar. Bir de doğru tutturabilseler tamamdır.
       13 gün sonra sonuçları göstermeye gittim. 9 yaşındaki kardeşim de yanımdaydı. Çocuğu görünce senin mi diye sordu doktor. Tahmin oyununa sen de mi dahil oldun, Brütüs? Daha 21 yaşındayım. Boyum kadar veledi nasıl doğurayım ben ya. Allahım sen beni kimlerle uğraştırıyorsun.
    Sonuçlar normalmiş. Çocuk gafı yetmezmiş gibi ağlıyor musun sen diye sordu bir de. Yok onlar öfke parıltısı, 10 gün önce kıllı dediniz, şimdi onlar normal oldu, 9 yaşındaki veledi oğlum sandınız, dışarıdaki hastalar istenmeyen bir gebeliği sonlandırdığımı düşünüyor ve ben hala sivilcelere bir çözüm bulamadım diye bağırmak istedim ama yalnızca yok kısmı çıktı ağzımdan. Adet olunca gel dedi. Hormon testi de normal çıkarsa ben normal mi, anormal mi sayılacağım bilmiyorum.
     Çok mutsuzum be blog. Ben seni Pucca gibi ünlü olayım, Okan'ın programına çıkayım, zengin olayım, zengin ve yakışıklı prensimle yaşadıklarımı anlatayım diye açmıştım. Oysa şu hale bak. Her gün yeni bir sivilce, her gün yeni bir ilaç yazısı yazıyorum. Belki bize de en iyi sağlık (bence hastalık) blogu dalında bir ödül verirler ha.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Şimdi Ana haberler....



 
"48. günden bildiriyorum sayın seyirciler. Evvelsi gün galeyana gelen Poena 1 tane ikram, 1 tane çay keyfi paketini bitirip üstüne 1 tane de pop kek yiyince neler oldu? Poena önceki performansına erişememiş olsa da dün 1 benimo 1 de pop kek tüketince neler yaşadı? Yüzünde ne değişimler oldu? Hepsi ve daha fazlası az sonra anablog yazımızda...."
      Ne oldu, ne oldu.... Şu an için 5 tane sivilcem oldu vallahi. Diyet bozan her kuraldışı hareket için 1 sivilce. Hepsi de çenemde ikamet etmekte. Ya da ikamet etmektelerdi diyeyim. Çünkü artık yoklar. Kendileri cımbız yardımıyla imha edildiler. Yeni adresleri çöp kutusu.
      İlaçtan beri ne zaman tatlı yesem hemen çenemde sivilce beliriyor. Sen ağzını tutmazsan bende o bölgeye bu davranışını hatırlatacak damgamı basarım diyorlar bana. Bu vücudum hiç sevmiyor beni.
         Bu 5 sivilce dışında neler yaşandı dersek vermiş olduğum 1 kilocuğu geri aldım. Yani ilaç tek başına kilo verdirmiyor. Eğer sen ilaç nedeniyle uyman beklenen diyete uyarsan kilo veriyorsun. Diyeti bozarsan o kiloları geri alıyorsun.
         Burnum kanamadı çok şükür. Bana normal gelen tek kanamam regl de olan. Onun dışında vücudumdan kan akınca fena oluyorum. Ama sadece kendi kanım için geçerli bu. Başkasının kanı beni etkilemiyor.
        Saçım hala dökülüyor. Pul pul olma durumu da var ama pullar büyük değil, tuz gibi. Kötü durmuyorlar. Yüzümle karşılaştırıldığında sorun bile denmez onlara. Dudaklarımı 15 dk da bir nemlendiriyorum. Normal normal duruyorlar şu an.
      Yüzümün sağ tarafında sivilce çıkmıyor kaç gündür. Hepsi sol tarafa yığıldı. Bu dengesizlik fondötenle birleşince daha da kötü oldu. Çeneme değinmek bile istemiyorum. Maktul 5 sivilcenin izleri, kapalı komedonlar falan... Mümkün olsa da şu çenemi zımparalayabilsem.
      Az önce sivilceleri patlattıktan sonra üzerine kağıt havlu bastırdım. Havlunun çiçekli deseni olduğu gibi çenemde belirmiş. Kuruluktan olsa gerek. Aynı şey kolumda da oluyor. Çantanın fermuarı, sıranın ucu, kitabın kenarı, her halt hemen iz yapıyor kolumda. Çizilme falan değil biraz sonra geçiyorlar ama gene de canımı sıkıyorlar.
      Gözlerim çok kurumadı hala. Oysa günde 3-4 saat işler güçler i izliyorum bilgisayarda. Dizinin daha 19. bölümü yayınlandı nassı 3-4 saat izleyeceksin denilebilir ama her bölüm öncesinde, yayımlanmış bölümleri tekrar izliyorum. Bu hafta 3. tekrara başlayacağım. Çok güzeller ya. Hem izledikçe bazı esprileri kaçırdığımı farkediyorum. Mesela bu tekrarda Murat'la Sadi arasındaki "ardiyesin sen Sadi, Velev ki çok zengin olduk, yalımız var, sen de müştemilatsın...." diyalogu. Sadi'nin gülen surattan ağlayan surata yavaş yavaş geçişi, ve o sondaki pöykürüş hali. Bu mimiklerin yavaş yavaş değişmesi Murat'la Aşkın arasında da vardı. Aşkın'ın Murat'a sevgilin var mı diye soruşu ve Murat'ın yavaş yavaş, pis pis sırıtması.
       İşler üçler dışında beni mutlu eden diğer şey milli piyangoda 2 tutturmak oldu. Geçen haftada da amorti vardı. Başarı merdivenini emin adımlarla tırmanıyorum. Birkaç hafta pas geçip zirveye yılbaşı çekilişiyle ulaşmayı planlıyorum.
      Bu arada  dün rüyamda Aamir Khan'ı da gördüm. O da ayrı bir sevinç kaynağı oldu. Rüyadan sonra hemen uyandım. Ne gördüğümü yazacaktım ama eringenliğime denk geldi. Sonra da unuttum ne gördüğümü.

28 Ekim 2012 Pazar

Yaş otuzbeş yolun yarısı eder....



 
 Cahit Sıtkı böyle demiş şiirinde, lakin 46 sına varmadan ölmüştü. Bende roac yolculuğunda 35. güne geldim. Benim de yolumun yarısı bile etmedi 35. Hatta çeyreği bile etmiyor. Tam olarak 6,51428571428 de biri. Ama durmak yok, yola devam. Bu yazı da 35 günlük yolculuğumun özeti ve günah çıkarışı.
  • 35 gündür hiç patates kızartması yemedim.
  • 35 günde yalnızca 2 bardak kola içtim. O da bayram ziyareti nedeniyleydi.
  • 35 gündür hiç baklava ve yaş pasta yemedim. Ama bugün kardeşimin doğum günü. 1 dilim yerim valla.
  • 35 günde kahve yasağını deldim. Günde 1 bardak içiyorum.
  • 35 günde sanırım çok çikolata yedim. Ama doktora sordum, çikolata kolestrolü çok yükseltmez dedi.
  • 35 gündür hiç kırmızı et yemedim (Zaten yemiyordum ki).
  • 35 ünde 1 kilo verdim.,
  • 35 gündür, günde 3 lt su içiyorum.
  • 35 günde sayısız sivilce çıktı. Ama şimdi duruldular. Kusma dönemi bitti galiba. Ya da asıl saldırı için pusuya yattı bunlar.
  • 35 günde saçım bayağı döküldü. Ama hiç yağlanmıyorlar.
  • 35 günde yüzümdeki yağlanma bitti.
  • 35 günde siyah noktalar da gitti. Ama burnum süzgeç gibi delikli bir görünüme büründü. İnşallah kapanır o gözenekler.
  • 35 gündür neredeyse her gün fondöten sürüyorum. Yoksa okula gidemezdim.
  • 35 günde hafif şiddette de olsa bel ve sırt ağrıları başladı.
  • 35 gündür dudağım iyi durumda. Çünkü 1 lipstick bitirdim.
  • 35 gündür kapalı komedon denen beyaz yağ bezecikleri gitmedi (Lanet şeyler..)
  • 35 gündür lekelerim hiç azalmadı. Aksine çıkan her sivilce iz bırakıp gitti.
  • 35 gündür yüzümde ve vücudumda bir kuruluk hissetmedim. Lens kullanmama rağmen yalnızca 1 defa göz damlası kullanma ihtiyacı hissettim.
  • 35 günde burnum hiç kanamadı.
  • 35 gündür güneş kremi sürmeden dışarı çıkmadım.
  • 35 gündür yüzümde yanma ya da kızarma hissetmedim.
  • 35 gündür bir ishal oldum, bir kabız.
  • Ve 35 gündür hala intihara kalkışmış ya da böyle bir istekte bulunmuş değilim.
NOT: Sürekli roac deyip duruyorum ama bu eczacı bana gene aknetrent verdi. Muadili deyip geçiştiriyor beni.

23 Ekim 2012 Salı

Bir sivilceli, bir sivilceliye 'gel beraber cildiyeciye gidelim' demiş...

 
      30. güne geldim. Şimdi ben gün gün gelişmeleri yazıyorum ya kendimi hamile olup hemen blog açan ve doğmamış bebeği ile ilgili tüm gelişmeleri anlatan kadınlar gibi hissettim kendimi. Zaten hep kadınlar yapar bu işi. Bir erkek de çıksın eşinin hamilelik dönemi boyunca kendilerinin neler yaşadığını, hissettiğini anlatsın. Ama nerdeee... Sanırım kadının hamile olduğunu öğrenmesiyle anne olması, erkeğin ise çocuğun doğumuyla birlikte babalık sıfatına kavuştuğu miti doğru.
      
           Neyse gebelik, analık, babalık hakkında yorumda bulunabilecek bir konumda değilim. Ben kendi mevzuma geleyim. Öncelikle son birkaç gündür başım dönüyor. Roac tan değil ama. Kan testi sonuçlarının kötü çıkması ve bunun neticesinde tedaviye ara vermek zorunda kalmaktan korkuyorum. Haliyle bu gerginlik tansiyonumu düşürdü. Leyla gibi dolanıyordum. Bu kafayla gittim doktora. Benim doktorum olmadığından başka bir kadın doktordan randevu aldım (Neden erkek doktor istemediğim için bknz. Kar beyaz mendiller adlı yazıma). Veee girdim içeri. Girer girmez kadın roac mı kullanıyorsun dedi. Alnımda mı yazıyor ulan, yüzüm o kadar mı fena duruyor diye düşünürken dilim alışkanlıkla evet dedi. Kadın 'Yüzünde çok bir şey yok' (bende ufak bir sinirli gülümseme nassı yok ) dedi. Bendeniz 'fond..' der demez kadın nasıl bir seziş kabiliyetine sahipse artık 'Nee fondöten mi? Pudra, fondöten yasak. Sivilce üretimini arttırır onlar' diye sinirle söylendi bana. Ben bu lekelerle dışarı çıkamam deyince acıdı galiba daha da bir şey demedi, kan testi yaptır gel dedi. Sonra kan vermek için hemşirenin yanına gittim. Kadın saç dökülmesi için mi geldin diye sordu ( Daha 1 ay dolmadan kellik belirtileri göstermeye mi başladım ben? Yüzümden başka bir yere odaklanmadığımdan ben fark edemedim galiba bu sorunu). Ben hayır deyince o zaman roac mı kullanıyorsun diye gene bir soru sordu. Ben ağlamaklı bir eveti yapıştırdım (Sivilcem basit bir pürüz olmaktan çıkıp basbayağı bir sorun olmuş Herkes bir şeyler soruyor, bir şeyler tavsiye edip duruyor) 
      Öğleden sonra sonuçlar için tekrar gittim. Yalnız sabahkinden daha fazla korkuyorum. Ben en son dersane sınavı sonuçlarında böyle ürperiyordum. Sağolsun çok çalışkan bir dersanem vardı, ben sınavdan çıkıp eve varıncaya kadar sonuçlar bana mesajla bildiriliyordu. Ama o zamanlar bende çalışkandım. En kötü sınavım 300 üzerinden 225 falandı. Ama ben gene de çok tedirgin oluyordum o kısa bekleme süresinde. Bir de sabah kadın beni haklı gerekçelerle azarladı ya daha da kötü oldum. İşte böyle bir ruh halinde kapının önünde bekliyorum. Bir bebe kapının yanındaki koltuğa oturmuş hastanın çıkmasını bekliyor. Sarışın, renkli gözlü, muhtemelen benim yaşlarımda ve muhtemelen yanlışlıkla bu kapının önüne düşmüş... Cümleyi o kadar yakışıklıydı ki şeklinde tamamlamamı bekliyorsun ama öyle değil. Yüzünde tek bir leke olmayan bu bebe (ki hiç sevmem bebe lafını) cildiyecinin önünde bana nispet yaparcasına dolansın ve ben onu yakışıklı bulayım. Orada parçalayacaktım kendisini. Ne işin var senin orada? Geçen gidişimde doktora kusursuz cildini tescil ettirecek bir kız vardı ya, bu oğlan da onun akrabası mı acaba. Ya da cildiye polikliniklerinin önünde pusuya yatıp sizde bizim gibi olmak ister misiniz diye ürün satmaya çalışan bir çete mi var?
      Çok sinirliyim. Gerçekten çok sinirliyim. 3 hafta diyet yapıp son hafta bayram şekerlerini şu kırmızı kaplıya bakayım, şu maviye de bakayım, ee sarının boynu bükük kalmasın diye bir sürü çikolata yedim. El 3 hafta yiyip son hafta sadece su içerken şu benim yaptığım nedir yani? Katıksız salaklık hali. Bu manyakça davranışım kolestrole yansımış, kendisi düşmek bir yana 232 den 278 e fırlamış. Trigliserit gene normaldi. Ben kolestrol düşük çıkarsa günde 50 mg a çıkarmasını isteyecektim ama varolanı da kaybedebilirdim. Günde 30 mg ile yola devam. Bu şekilde devam edersem tedavi anca nisanda biter. O zamanda güneş nedeniyle iz tedavisine başlayamam.
     Bir kız kefirin kolestrolü düşürdüğünü yazmıştı. Bugün aldım. Azzz sonra bir bardak tüketeceğim. Bir işe yara kefir. Düşür şu kolestrolü....
   

18 Ekim 2012 Perşembe

Susmak ve Gitmek....

     Yetkin Dikinciler'in oyununu anlattım ama neden adamın oyununa gittiğimi anlatmadım. Bu yazı kendisini keşfediş ve takip edilesi adamlar listeme alınışının öyküsüdür.
 
      Yazın film aleminde dolanırken yolum Kabuslar Evi'ne de düşmüştü. Gerçi ben bilinçli bir şekilde oraya uğramıştım. Çünkü orada Okan Yalabık vardı. Eee o nerede ben orada. Ama yazım Okan için değil Yetkin için. O yüzden şimdilik kendisinden uzaklaşıyoruz.
    
 Kabuslar Evi serisinin Son Dans adlı 2. bölümü felçli Müyesser Hanım'ın, oğlu, gelini ve torunuyla eve taşınmasıyla başlıyor. İlk 30 dk klasik gelin kaynana çekişmesi, ana oğul, babaanne torun ilişkisi, zamanında horlanmış gelinin ucuz intikamları ile geçiyor işte. Ara ara gösterilen geçmişe dönüşlerden Müyesser Hanım'ın zamanında Selim adlı bir gençle beraber olduğunu öğreniyoruz. Bu Selim, güzelim bir vals anında Kore Savaşı'na katılacağını söylüyor. Tabi bizim kız pattadanak yere atıyor kendini. Selim geri döneceğini söylese de maalesef savaşta ölüyor.
       Kabuslar Evi'ne taşınmaları ile beraber Müyesser Hanım'ın rüyalarında Selim'i görmeye başıyor. Veee en sonunda Selim birdenbire karşısında beliriyor. Anlı şanlı bir melek kisvesiyle....
        Seriye Okan için başlamıştım ama en sevdiğim bölüm bu oldu. Neden? Çünkü Yetkin Dikinciler muhteşem oynamıştı. Adam hem güzel konuşuyor, hem güzel gülüyor, hem de güzel bakıyor. Müyesser'in 'Ben ölüyorum değil mi?' sorusuna öyle bir cevap veriyor ki insan o an o bakışla ölüyor zaten.
        Oraklı, kukuletalı, korkunç iskelet imgelemi yerine ilk sevgili biçiminde gelen Azrail fikri muhteşem. Ama sürekli ölümün soğukluğuna yapılan vurguyu sevmedim. Bence ölüm sıcak olmalı. Yakıcı değil, ılık bir çikolata gibi....
        Ölüm ve Azrail üzerine, Tanrının adalet anlayışına ilişkin bolca değerlendirmeler var. Azrail'in her an her yerde nasıl bulunabildiğine verilen 'fazla mesai' cevabı çok hoş.
Hele o sondaki vals sahnesi. Dmitri Shostakovich'in The Second Waltz'ı eşliğinde kuğu gibi süzülen bir adam ve bir kadın. O sahne benim unutulmazlarım arasında.
       Bende böyle bir ölüm anı istiyorum. Ölmeden önce öldüğünün bilincine varılan o birkaç saniye....Ve o saniyelerde hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçmesi.... Ve en sonunda seni uzaklara götürmeye gelen bir sevgili....
      Ve Sayın Yetkin Dikinciler,benden önce veya sonra ölmüş olsanız bile o beklenen sevgili siz olmalısınız. Son bir dans isterim sizden. Haberiniz ola.....

17 Ekim 2012 Çarşamba

Övünülesi Bir Verimsizlik...

       Hafta sonu ben ve sivilcelerim tiyatroya gittik. Zaten bu aralar birlikte o kadar çok vakit geçiyoruz ki... Artık benden sıkılsalar da başka diyarlara gitseler diye bekliyorum.
       Oyunumuz Profesyonel. Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar kalkmış taaa İstanbul'dan gelmişler buraya. Bende tiyatro sezonunu açmak ve Yetkin'in sesini duymak için hazırlandım gittim. Daha önce Şinasi Sahnesi'ne hiç gitmemiştim. Büyük Tiyatro kadar şaşaalı değil ama kırmızı halı kaplı merdivenleri muhteşem. İnsanın siyah bir tuvalet giyip yanına da  frak giymiş bir adam(Cemcir etkisi) alıp o merdivenlerden süzülesi geliyor.
    Salon ağzına kadar doluydu. Ankaralılar seviyor tiyatroyu. Ünlü diyebileceğimiz insanlar bu şehirde pek bulunmadığından ünlü insanların oyunlarına daha fazla talep oluyor gibi gibi. Bileti 13 gün önceden almama rağmen O sırasında yer bulabildim.
      Oyuna gelirsek.... Bir yayınevinin genel yayın yönetmeni Teodor ile sonradan gizli polis olduğunu öğrendiğimiz Luka arasında siyasete, edebiyata ve biraz da kendi yaşamlarına dair konuşmalar yer almakta. Daha fazla açıklama yapmayacağım. Çok merak ettiysen al bir bilet izle.
      Oyunla ilgili değerlendirmelere gelirsem, güzel sistem eleştirileri yapılmış. Güncel siyasete ilişkin çıkarımlarda bulunmamak elde değil (Zaten tiyatronun ve genel olarak edebiyatın bu özelliğini seviyorum, asla eskimiyorlar, her döneme ait olabiliyorlar). Oyun için mükemmel diyemeyeceğim, ama çok güzel diyebilirim. Lakin o 'çok' kısmı Yetkin Dikinciler için eklendi. Zira kendisi oyunda olmasaydı sadece güzel olarak nitelendirebilirdim. Bülent Emin Yarar'ın abartılı ve bence gereksiz mimikleri beni fazlasıyla yordu. Martha ve Bülent Bey ile Yetkin Dikinciler arasındaki boy farkının fazlalığı da bir sorun yarattı benim için. Luka'nın Teodor'u Kant ve Hegel gibi adamlar adına çalışmakla suçlaması ve Teodor'un buna verdiği sulu tepki güzeldi. Daha sonra bu tepkiye yapılan atıflar da hoştu. Ayrıca o didaskali ne güzel bir kelimedir. Sırf Yetkin'in ağzından onu duyabilmek için bile oyuna tekrar gidebilirim.
     Oyuna bir daha gider miyim? Luka'nın mimiklerini görmemek için gözümü kapatacak bir eşarp, Yetkin'in sesini daha iyi duyabilmem için öndeki koltuklardan bir bilet bulabilirsem neden olmasın?

NOT: Başlık oyundaki bir replikti. Yetkin bunu söylediğinde çok mutlu oldum. Sanki benim için söylenmiş bir söz.
NOT2: Sürekli Yetkin deyip durdum kocaman adama. Ama ben sevdiğim insanlara adıyla hitap ederim hep. Saygısızlıktan değil ona duyduğum yoğun sevgiden yani....
   

15 Ekim 2012 Pazartesi

İki İki Yirmi İki.....



 
       22.güne geldimmmmm. Ama roac yolculuğumun iyi geçtiğini söyleyemem. Her gün birkaç sivilce çıkıyor yüzümde. Ne ara beliriyorlar ne ara sönüyorlar, takip edemiyorum artık. Yüzüm eski hallinden daha kötü şu an. Hametan sürüp birkaç fotoğraf çektim  tedavinin seyrini takip açısından. Kendi yüzüme bakmaktan iğrendim doğrusu. Eğer ilerde ilaç  yüzümü tamamen düzeltirse, yayınlarım o fotoları. Aksi halde kendi bedenimle birlikte imha edeceğim onları.
        Miras hukuku dersi için birkaç sivilcemi sıkma suretiyle katlettim az önce. Çok üzgünüm ama sizlerle derse gidemezdim. Umarım bu acı ayrılığımız iz bırakmadan son bulur.
        Diyeti de bozdum bu aralar. Şekersiz de olsa kahveye başladım. 2 günde bir de çikolatayı gönderiyorum mideye. Belki de ondan arttı sivilceler. İlk hafta çok çıkmıyordu çünkü. Aslında sivilceler önemli değil sıkarsın geçer de kolesterol yükselmesin bari. Kadın ilaç vermez yoksa. Trigliseridin de artmaması lazım.
       Roac yan etkilerini de göstermeye başladı. Saçım artık yağlanmıyor. Hatta çok yakında yağlanma problemim tamamen bitecek. Çünkü yağlanacak saçım kalmayacak. 2. haftadan beri ne zaman elimi saçıma atsam 3-5 tel geldi. Banyo vakti saçlarım için birer katliam anı gibi. Dökülen saçlarımdan gider tıkanacaktı neredeyse. Bioblas şampuanı alıp içine bepanthene ampulün 5 şişesini de boşalttım ( Bir sitede okudum bunu). İnşallah bir işe yarar. Yağlanma problemi bitti ama kepeklenme başladı. Şampuanın ona da iyi gelmesini umut ediyorum (Şampuan senden de çok şey istedim ama bir el atıversen şu saçlarıma...).
       Dudak kuruması olmadı henüz. Çünkü daha şimdiden 1 lipstick bitti. Yatmadan önce de hametanı sürüyorum. Her  gece tuvalet seanslarımdan sonra da yeniden lipstick sürüyorum.
Çok tuvalete gidiyorum artık. Neredeyse yeni bir yaşam alanı oldu orası. 2.haftada sırt ağrıları başladı (Her halt da 2. hafta olmuş lan). Su ile ağrılar arasında nasıl bir ilişki var bilmiyorum ama günde 3 lt su içmeye başlayınca ağrılar gitti (Bunu da bir sitede okudum). Ağrıyan bir sırttansa, tuvalette geçirilen fazla zamanı tercih ettim bende. 
      Lens kullanmama rağmen göz kuruluğu başlamadı (Su burada da işe yarıyor galiba. Ya da ben daha roac işkencesinin başlarındayım henüz kuruluğa sıra gelmedi). Ben gene refresh göz damlasını aldım.
      Psikolojime gelecek olursak kendimi eskisinden kötü hissetmiyorum. Hatta bazen roac sayesinde bayağı eğleniyorum. Geçen, öyle bir geçer zaman ki ye bakıyordum. Acıklı bir sahne var idi ( Ben etkilenmedim ama fondaki müzikten anladım hüzünlenmek gerektiğini. Tabi biz aptalız ya ne zaman ağlayacağımızı müzikler sayesinde anlıyoruz. Lanet olası gülme efektleri de başka bir dert.). Normalde etkilenmem zaten ama roac sayesinde depresyona bağlamış olabilir miyim diye kendimi yokladım. Ama yok kardeşim. Zerre gözyaşı gelmedi. Sonra da ne yapıyon lan Poena diye gülmeye başladım. Gene başka bir geçen zamanda dişimde bir sancı vardı. İçine bir şey mi kaçtı acaba diye ağzıma bakınırken fazla açmış olmalıyım ki sivilcemin teki patladı. İğğğğğreeennnçççç bir an yani. Önce tiksindim sonra gene gülmeye başladım. Ulan roac, sayende ne rezillikler yaşıyorum.
      22. güne özel, az önce patlattığım sivilcelerime ve onları üzerime salan roac a bir şarkı armağan etmek istiyorum:
           " Yeter güzelim yeter
             İki iki yirmi iki eder
             Bırak yakamı bırak
             Bu izler beni deli eder "
      
NOT: Şarkının sözlerini İbo'dan arakladım. Telif ücretini bilahare yollarım....

12 Ekim 2012 Cuma

Yanıyorum dostlar, şu sıralar efkarım var...



     19. güne geldim. Geçen hafta 10 a yakın sivilce çıktı demiştim. Onlar, bu hafta Poena'yı zıvanadan çıkarma zirvesi yaptılar. 10 tanesi toplandı ve bir gün içinde yüzümün muhtelif bölgelerinde belirdiler. Eyyy çenemin ucunda çıkma becerisini gösteren sivilce... Allah senin belanı versin... 3 gün boyunca gitmedin, her gün daha fazla şiştin. Sıksam iz kalacak sıkmasam bu halde okula gidemem. Bende okula gitmemeyi tercih ettim. Ama o eşşek sıpası şey (eşşek değil eşek ama o sivilce hak ediyor bunu) kendi gibi büyük bir iz bırakıp gitti. Bir bela da sana gelsin izcik.
       Bu aralar en çok yaptığım şey okula gitmemek. Okul takvimimi dekanlık değil sivilcelerimin halet-i ruhiyesi belirliyor. Sabah 7 de kalkıp yüzümü incelemeye başlıyorum. Eğer iyiyse günlük rutine devam -tatsız tuzsuz kahvaltı, ilaç, giyinme, makyaj, evden ayrılış-. Yook eğer yüz fenaysa cumburloooop yatağa. Normalde ne güzel okula gitmedim derim ama 4. sınıfa geldim, okul bitecek yakında -yani ben öyle umuyorum- son demlerinde güzel güzel gitseydim, azıcık vakit geçirseydim okulumda. Ama roac yüzünden evin içinde bile dolanamıyorum. Hametanı sürdükten sonra tüm lekeler, sivilceler parlıyor. Rapunzel de benim dalga geçiyor. Aaa şurda bir sivilce çıkmış... Aaa şurası kabarmış, yarına sivilcen hazır deyip duruyor. Sanki ben bilmiyorum.
       Çenemdeki kapalı komedon denilen beyaz yağ bezecikleri büyüyüp duruyorlar. Sivilce olsalar en azından sıkarsın kabarıklığı gider. Bunlar sıkılmıyor da. Lekeli yüzüme bir de pürüz katıyorlar. Çene bölgemde yoğunlaştılar. Zamanında sahip olsaydın o çenene, az tatlı yeseydin, onlar da olmazdı dercesine. Roaccutane nin lekelerde çok iyi olmadığı söylenmiş. Bence bu komedonlar da gitmez. Aslında bu ilaç bir halta yaramayacak , boşuna içiyorum. Ooofffffff... Çok mutsuzum lan.... İlacın depresyon etkisini şu an anlıyorum. İyi ki okulda devam zorunluluğum yok, yoksa intihar edenler sayısına bir ekleme yapabilir idim.
       Biraz da ilacın olumlu etkilerine geleyim. Okula gitmiyorsunuz. Tabi devam zorunluluğunuz yoksa. Diğer etki zayıflayabilirsiniz. Ben 15 günde yarım kilo kadar verdim. Ama nereden gitti onlar bilmiyorum. Bir de midem artık hiç guruldamıyor. Normalde insanın acıkınca karnı guruldar. Ama benimkisi strese, gerginliğe bağlı olarak sürekli gurulduyordu. Dershane zamanında deneme sınavları benim için işkence idi. O sınav sessizliğinde karnımdan öyle sesler çıkıyordu ki alllaam yar yeri, gireyim içine diyordum. Tabi yer yarılmıyordu. Bende soruları bir an önce çözüp çıkıyordum. İşte şimdi hiç guruldamıyor midem. Daha stresliyim ( çünkü açım, çünkü tatlı yiyemiyorum, çünkü her gün yeni bir sivilceyle uyanıyorum, çünkü....) ama hiç ses yok karnımda. İçimdeki kurbağa öldü lan. Çok yalnız hissediyorum kendimi.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Bir İneğin Bayram Protestosu...


       Kolesterolünü düşürmeye çalışan bir kızın, az önce yediği çikolatanın üzerine
hissettiği pişmanlık duygusuyla kaleme alınan yazıma başlıyorum.

       Niye yedim ki ben onu? Bu kadar mı iradesizim. Kolesterol gene yüksek çıkarsa doktor keser ilacı. Kadın özellikle belirtti diyet yap diye. Ama ben götürdüm çikolataları, nesquik in kakaolu mısır gevreklerini. Kaç kalori, ne kadar yağ var onlarda biliyon mu sen? İlaç nedeniyle kanına karışacak vücudundaki yüksek yağ oranı yetmez gibi bir de üstüne sen ekle. Tamam et yemiyosun, salam sucuk sosis yemiyosun, kola da içmiyorsun ama bunları zaten çok fazla yapmıyordun ki. Hiç yapmayınca kolestrol sandığın kadar düşmeyecek. Ben eskiden ne güzel uyardım kurallara. Yap denileni ikiletmez, yapma denileni yapmayı düşünmezdim bile. Uysal, munis, çalışkan bir kızdım. Üniversite bozdu beni. Hem benliğimi hem de cildimi. Şimdi ikisi de tedavi olmuyor.
       Roac la 10. günü devirdim. Dudaklarım kurumaya başladı. Saçımdaki yağlanma aynı ama pul pul dökülmeler başladı. Geçen gün biraz sıcak suyla yıkadım. Onun da katkısı oldu galiba. Dudağım dışında yüzü hala yağlı. Siyah noktalar daha belirgin hale geldi. Roac okumalarıma göre siyah noktalar büyüdükten sonra ciltten atılmaya başlıyormuş. Birkaç haftaya onlardan kurtuluyorum yani. Ama sivilce lekeleri hala aynı. On günde 15 e yakın irili ufaklı sivilce çıktı. Boynumda bile var.Birkaç günde kurudular ama onların da izleri kaldı. Bu ilaç ize iyi gelmiyormuş zaten. Bebek gibi cilt hayal oldu. 
        Bir de sırt ağrısı başladı. Normalde dik oturamam, omuzlarım hemen çöker, kamburum çıkar. Derslerde 50 dk böyle oturunca ağrılarıma şaşmamalıyım. Ağrı yüzünden okula gitmedim bugün. Eğildikçe sızlıyordu ama akşama doğru geçti. Bende okulu ektiğimde kaldım :)
         Asıl önemli sorun kabızlık. Ben karın şişliğimi çok su içmeme bağlamıştım. İçimde bir okyanus var demiştim hatta. İlaçla ilgili yorumları okurken birkaç kişi kabızlıktan bahsedince dikkatimi çekti. Birkaç gün boşaltım düzenimi takip edince gördüm ki hakkaten yediklerimi çıkarmıyormuşum ben.Meğer içimde bir okyanus değil bir posa çöplüğü varmış. Farkındalığım artınca hastalığımın şiddeti de arttı. Eskiden neşeli neşeli giderdim tuvalete. O daracık ortamda, geçirdiğim kısa süreye rağmen aklıma binbir yeni fikir gelirdi. (Gene de tuvalette gelen yaratıcı düşünceleri daha uygun bir ortamda gözden geçirmekte fayda var). Ama şimdi acı verici bir sürece dönüştü bu. Sular böbreklerimden rahatça süzülürken katı şeyler oraya takılıp kalıyor. Kabıza ne iyi gelir diye bakındım, bol bol su için ve yeşillik yiyin diyor. Eee zaten onu yapıyorum. Bir inekten tek farkım süt ve yoğurt yiyebilmem (İnek süt içebiliyor mu acaba?) . İneğin benekleri varsa benim de sivilce izlerim var. Veeee...Karşınızda inekgiller familyasından Poena. 
        Bayram da geliyor. Bayramla birlikte kuzenlerim de geliyor. Bu yüzle nasıl çıkacağım ben insanların karşısına. Herkes soracak noldu yüzüne diye. Bayramlar bana gelmiyor. Her bayram öncesinde bende uçuk çıkıyor. Dudağımda olsa rujla kapatırım ama çenemde çıkıyor lanet şeyler. Aslında bu bayram çıksa fena olmaz. Uçuk bulaşmasın diye insanları öpmekten kurtulurum. Teması çok sevmiyorum bir de fondötenli yüzle hiç olmuyor. Makyajın onun yüzüne bulaşıyor, dokunduğun kişi sayısı arttıkça makyajının bozulma olasılığı artıyor,yanlışlıkla gömleğine, T shirt üne değersen orada bir leke oluyor. Kendimi kötü hissediyorum sonra. Hem bayramda tatlı da yiyemeyeceğim. Neyleyim ben öyle bayramı. Gül 30 Ağustos a katılmamıştı bende Kurban Bayramına katılmıyorum. Bayram kutlamalarını iptal ediyorum.Zaten kurban kesilmesine de karşıyım. Evimde oturacağım ben...

27 Eylül 2012 Perşembe

Kelebek Ömürlü Şeyler...




Açım....Vallahi açım... Ama tokluğun karşıtı olan açlık hali değil. Tatlıya açım, kahveye açım, patates kızartmasına açım, pastaya açım. Kısacası benim açlığım yeme özgürlüğüme. İlaca başlayalı 4 gün oldu. Bol bol ot yiyorum, bir de ekmek, bir de ev yemekleri. Ve bol bol su. Günde neredeyse 3 litreye yakın su içiyorum. Hem karnı tok tutuyor hem ne cildin nemli kalmasına yardımcı oluyor. Ama bu kadar su içince karnımın şişliği hiç inmiyor. İçimde bir okyanus var sanki.
          Sadece ot, su, ekmek demiştim ya, yalan söyledim. İtiraf ediyorum birkaç tane gofret yedim bugün. Ama çok tatlı değillerdi. Hatta tatları samana yakındı. Ama o kahverengini ve kokuyu duyunca dayanamadım. Çok pişmanım doktor. Ama haftaya kadar tatlı yok, söz veriyorum. Uyuşturucu bırakmak isteyenlere bile düşük dozda ilaç veriliyor. Benim kadim dostum tatlıyı birden bırakmam beklenemez, değil mi?
         Hem ilacın işe yaracağı kesin mi? Roac okumalarıma göre ilaç sivilceler için mucize olabilir ama izler konusunda şüphelerim var. Kullananların bazıları ilaç süresince izlerin geçmediğini, daha sonra ek bir roac kürü ya da peeling gibi uygulamalara ihtiyaç duyduklarını yazmış. Buna rağmen eskisine göre çok olmamakla birlikte izi kalan da varmış. Fondötene devam yani.
 
   4 günde vücudumda ne oldu peki? Öncelikle herhangi bir kuruma olmadı. Hametan yüzünden yüzüm daha da yağlanmış bile olabilir. Dudaklarıma da günde 5 defa niveayı sürdüm. Onda da bir sorun yok şimdi. Aslında bir tane küçük uçuk benzeri bir şey çıktı. İlacın etkilerinden korktum ondan galiba, ama geçti şimdi. Burnum kanamasın diye her gece yatmadan önce kulak çöpüyle burnumun içine hametan sürüyorum. Okuduklarıma göre burun kanmaları birkaç defa oluyormuş. Krem bir işe yarar mı bilmiyorum. Ben kanımın akmasına dayanamam inşallah kanamaz ya da ben evdeyken kanar. Ufak tefek sivilceler çıkmaya başladı çenemde. Ancak bunlar normal sivilce takvimine uymuyorlar. Sivilce dediğin 1 gün önceden varlığını hissettirir, bir kızarıklık, şişlik olur. Ertesi gün o ortaya çıkar ve büyümüye başlar. Büyümesi cilde göre 1-2 gün devam eder sonra da sivilce kurur demi. Ama ilacın 2. günündeydim, sabah yüzümü yıkadım, herhangi bir şey yoktu. Sonra öğlen yüzümü baktığımda çenemde 2 tane sivilce gördüm. Biri o kadar küçüktü ki herhalde hayatımdaki en minik sivilcemdi. Akşam yüzüme baktığımda bunlar bayağı büyümüşlerdi. Gece baktığımda ise küçülmüşlerdi. Sabah kalkıp bakayım sıfatıma, eğer kötüyse gitmem okula dedim(devam zorunluluğum yok nasılsa, 6sütunda okumanın avantajı). Sabah kalktım sivilceler kaybolmuştu.Kelebek gibi sivilcelerim oldu. 1 gün içinde hem doğuyor hem de ölüyorlar.Bugün de sabah yüzümde bir şey yoktu. Kalktım gittim okula. Öğlen tuvalete uğradığımda ne göreyim, çenemde 1 sivilce belirmiş. Sonraki 2 ders boyunca elim çenemde durmak zorunda kaldım. Şimdi onların sayısı 5 i buldu. Sabaha kadar geçerler umarım. Yarın 7 saat ders var. Hepsi de önemli.
        Roac senle bir anlaşma yapsak. Sen haftaiçi hiç sivilce çıkarma, cuma akşamı kus yüzümde ne varsa. Sonra onları pazar gecesi yok et. Nolur karşılıklı uyalım şu anlaşmaya.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Oyyy Ben Öleemmm (mi?)


        İşte o kutlu gün geldi. Mucizevi ilaç roaccutane artık ellerimde (aslında kendisi değil muadili aknetrent). Mucize mi felaket mi getirdi bana bilemedim ki. İlaca ulaşabilmek için önce harbi sivilceli bir cilde, doktoru bu ilacı yazmaya yöneltecek ikna kabiliyetine ve bir de kan testine ihtiyaç var. Eee malumunuz sivilce lekesinin alası bende. İkna kabiliyetim yoktu ama o gün iyi günümdeydim. İsotrexin bir işe yaramadı, yüzümdeki yağlanmayı bile azaltmadı diye çıktım doktorun karşısına.Kadın 'Ben en etkili ilaçları verdim bundan ötesi oral yolla alınanlar.. roaccutane gibi'. Ben durdurmasam o daha sayacaktı, ama roac ı duyan ben 'onu verin o zaman' diye atladım. Kadın hemen tamam dedi, çok kolay oldu yav. Kolay elde ettiğim hiçbir şey de bana yaramıyor. ÖSS'de 6sütuna da çok zorlanmadan girmiştim, hem de ilk senede. Ama benim kapasitem oraya kadarmış, anladım. ÖSS de çalışmam gereken konularla beynim doldu. Şimdi çoğu hiçbir işime yaramayan bilgiler yüzünden hukuk konuları aklıma girmiyor. Sömürdü beni ÖSS. Posamı da aldı 6sütuna fırlattı. O da hukuk kitaplarıyla, sürekli değişen kanun ve khk lar ile göçertti beni. Oldum mu ben bir ezik. Ama bu ezik insanın kolestrolü sınırı aşmış. Maksimum 200 olması gerekirken 232 çıktı. Doktor 'Benim için trigliserit daha önemli' dedi de alabildim ilacı. 'İlacı veriyorum ama diyet yapman lazım' deyip her zamanki gibi '1 ay sonra kontrole gel' cümlesiyle uğurlandım.
         Diyet kelimesi kulağa ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Ama bu diyet, yaza yakın başlanılan 3-5 kilo vereyim de bikini giyeyim düşüncesiyle yapılan yemeyi biraz azaltma faaliyeti değil. Roac tedavi süresince vücuttaki yağı kana karıştırıyor, ee benim zaten kolestrol yüksek çıkmış bir de roac eklenince ben, kendi kendine yetecek kadar besin kaynağına sahip ülkemde aç yaşamaya zorlanıyorum. Aslında rokutan diye okunmamalı 'yok ulan' denmeli bu ilaca. Neye elimi attıysam bir yasağa çarptım:   
       Et yok (Et çok yemem ama yasssaakk kardeşim deyince canım mangal çekmedi değil), tereyağı (anam zorla yedirtmeye çalışırdı. Artık yüksek perdeden bir sesle yasak o bana diyebilirim), çikolata yok(hayııııırrrr), tatlı yok, pasta yok(şimdi tatlı ayrı, pasta ayrı benim için), börek yok, yağlı yemek yok, kola yok, kahve yok, fast food yok, fazla A vitamini almak yok(roac da bol bol var, bir de sen alıp sınırları zorlama), sucuk-salam-sosis yok. Ha bir de çocuk yapmak yok. Bir kağıt imzalatıyorlar tedavi süresince ve tedaviden sonra 1 ay süreyle çocuk doğurmayacaksın diye. Sakat doğum olabilirmiş. Bir de o kağıdı eczacıya vermek gerekiyormuş. Ben bilmiyor idim (gerçi kağıdın arkasında yazıyor ama ben önemli değildir diye düşündüm) eczacı da istemedi, sonra akşam aradı getir o kağıdı diye.
          Bana yiyecek ne kaldı: yeşil olan her şey, meyveler, az yağlı peynir/yoğurt/süt, baklagiller, tavuk, balık, bir de sınırsız su :)
           Eee ben öleyim, vallahi öleyim. İlacın yan etkilerinden biri de depresyon ve intihar eğilimi zaten. Şimdi, şu yenilebilecek ot, börtü böcek listesini gördükten sonra açlığa mahkum olduğunu anlayan insan evladı, onuruyla intihar etmek istemiştir herhalde. İlacın  başlangıçta, deri altında çıkması muhtemel sivilceleri oldukça kısa bir sürede deri üstüne çıkarması (halk arasında kusma deniyor buna) ile ulan bu ilaç da fayda etmedi diye düşünen insanın intihar fikri güçlenmiştir. Ama sana bir güzellik yapacağım roaccutane. Önümüzdeki aylarda intihar edersem müsebbibi sen değilsin, benim aciz ruhumdur. Çünkü kusma aşamasından sonra sönme aşaması da var, azıcık sabretmek gerek, sivilcesiz günler yakındır evlat.
       Roac ı istememin bir sebebi de hap olmasıydı. Sürekli yüzüme bir şeyler sürmekten bunalmıştım. Benzamycin, azelderm, isotrexin... Hepsinin belli bir süre yüzde kalması gerek, sabah akşam sür diyorlar, ee ben ne ara dışarı çıkacağım. Güneşe karşı pek hassas bunlar. Bir keresinde benzi yi sürüp balkona çıktım, yüzüm kızardı. Oysaki 10 dk ya durdum ya durmadım. Ayrıca ilacı sürmeden önce ve sonra yüzü yıkamak gerek, bir de makyajı temizlemek için yıkıyorum. Sürekli yüz yıkayınca bünye daha fazla yağ salgılıyor, daha fazla yağ daha fazla sivilce demek. Her şey birbirini tetikliyor yani. Amazon Ormanları'ndaki bir kelebeğin kanat çırpışı nedeniyle, Tr deki Poena'nın yüzünde 1 sivilce daha çıkıyor.
       Ben ne güzel artık bir şeyler sürmekten kurtuldum dedim ama fena yanıldım. Vücudum için ayrı, yüzüm için ayrı bir ürün verdi. Sabah, öğle, akşam sür. Ulan sabah öğle akşam için yiyecek yemeğim yok ama sürecek kremlerim var. Aç ayı nasıl sürsün bunları. Akşam yüz kremini bir deneyeyim dedim. Kırkpınar yağlı güreşlerine katılacak kıvama geldim. Üzerinden 3 saat geçti hala parıl parıl parlıyorum.
       Hafta sonunu roac ile ilgili yazılar okuyarak geçirdim. Herkesin ortak hissi panik ve endişe hali. Başlayanlar intihar ediyormuş, çocuk sahibi olamıyormuş bla bla. Bunlar doğru değil de ( belki doğru ne biliyorsun, 1 hap yutunca kendini roac alimi mi sandın?) yüz ve dudak kuruluğunu herkes yaşamış. Bunun dışında ruh hali düzelen de var, ilaç boyunca depresif depresif takılan da. Ağlama nöbetleri, aşırı duygusallık falan oluyormuş (lan amfinin ortasında kriz gelirse ne yapcam, ben ki aile arkadaş çevresinde bile ağlayamam tutarım kendimi, daha geçen gün çok ağlıyor diye Esra Ceyhan'a laf ettim bende şimdi 250 kişilik sınıfımda ağlayacağım. Ahhhh ahhh büyük laf etmeyecektin Poena ). İlaç neticesinde zayıflayan da var, aynı kalan da.
      Ama arap dudağı baki, onu herkes yaşamış. Bende hemen nivea hypo care (okuduklarımdan çıkardım) ve  neutrogena nin el ve dudak kremini aldım. Akşam da ilaca başladım. Kendimi hametan pomada ve dudak kremine boğdum. Kızın biri 3 günde dudaklarım kurudu yazmıştı. Dünya bile 7 günde yaratılmışken 3 günde etki eden ilaç olur mu ki? Kafamda hep sorular... Ne olacak, nasıl geçecek bunlar? Ve ne yiyeceğim lan ben?

22 Eylül 2012 Cumartesi

Akıllara Zarar Rüyalar


          Bugünlerde Aamir Khan'a takmış durumdayım. Adama olan ilgi ve alakam, bir ünlü aşkının doğuşu ve devamı niteliğinde yazılar yazacaktım ama tembellik ruhumu esir aldı. Dün kendisini rüyamda görme şerefine nail olunca bu yazı dizisini mutlaka yazmam gerektiğini anladım. Hem içimde tuttukça aşkın gücü artıyor sanki. Hatta bununla ilgili bir hikaye de vardı. Leyla ile Mecnun da geçiyordu(dizi olan değil, hikaye belki de efsane olanında). Leyla ile arkadaşları bir çadırda ( o zamanlar yok tabi cafe falan) oturmuş konuşuyorlar. Laf bir şekilde Mecnun ve onun büyük aşkına geliyor. Kızlar Leyla'ya soruyorlar " Sen mi Kays'ı daha çok sevdin yoksa o mu seni?". Leyla "Elbette ben sevdim" diye cevaplıyor. Kızlar bunun üzerine çok şaşırıyorlar. " Nasıl böyle dersin? Adam senin yüzünden mecnuna dönmüş, kendini çöllere vurmuşken" Leyla belki hüzünlü belki mağrur cevap verir:" Mecnun aşkımızı dile getirdi. Rastladığı herkese, çöldeki kurda kuşa bile anlattı. Oysa aşka giz gerek. Ben ona olan aşkımı kimselere demedim,içimde tuttum. Onu kendi içimde büyüttüm ve onda yandım. Bundandır benim onu daha çok sevişim..." İşte bende Leyla gibi yanmamak için aşkımı dile getirmeliyim, Mecnun olup kendimi çöle vuramasam da bloga yazılar dizmeliyim. Tabi şimdi değil. Önce rüyamı anlatayım.
         Şimdi rüyamda Aamir Khan Türkiye'ye gelmiş ( Normalde hiç gelmemiş, gelmeye niyeti var mı bilemem. Ama gelsin isterdim. Hatta zengin olup Aamir'in filmlerini Tr'de vizyona sokmak gibi hayaller kurdum. Rüyamda buraya gelmiş olmasında bu arzumun bir etkisi olmuş). ATV'de bir zamanlar Esra Ceyhan'ın programı vardı, Aamir ona katılacakmış. O program yayından kalkalı bayağı olmuştu niye o kadını seçtim anlamadım. Ayrıca koskoca Aamir niye gündüz kuşağındaki ağlak bir kadının programına çıksın? Adamı sevsem de içten içe aşağılıyor muyum onu? Gündüz kuşağına çıkacak kadar basit mi görüyorum? ( Keşke Freud yaşasaydı. Beraber incelerdik rüyalarımı.Yaşasın rüya analizi) Neyse adamı çıkarttım programa. Kendisi kot pantolon ve gömlek giymiş. Gömleğin ütüsüz olduğu dikkatimi çekiyor hemen. Rüyamda iken niye ütüsüz gömlek giymiş ki bu adam diyorum ( Aslında kot pantolon giymiş erkeği de sevmem. Lan yoksa ben bu adamı sevmiyor muyum?) . Daha sonra bu bir rüya olmalı diye düşünüyorum Aamir niye çıksın bu programa diyorum ( rüya içinde rüya gördüğümü düşünüyorum. O zaman bilinçaltım Aamir'in Tr ye hiç gelmeyeceğine inanıyor. O zaman ben boşu boşuna zengin olup onu Tr ye getirme hayali kuruyorum. O zaman ben boşu boşuna hayal kuruyorum. Daha kendi hayalimi, kendime bile inandıramıyorum ki ben). Gerçek  hayatımda ( sanki gerçek olmayan hayatım var da ) Aamir'e özel bir face açıp onunla ilgili tüm sayfa ve grupları beğendim. Rüyamda da face girip bakayım eğer Aamir gerçekten Tr ye geldi ve bu programa katıldı ise birileri yorum yapmıştır diyerek face e giriyorum. Ama kimsenin bir şey yazmadığını görüyorum. Acaba ben mi yazsam diye düşünürken uyanıyorum.
          Tüm rüyam bu işte. Adamı rüyamda göreyim diye filmlerini yatmadan önce izliyordum. Film müziklerini indirip tekrar tekrar dinledim.. Kendisini keşfedeli 40 gün falan oldu. Normalde etkilendiğim şeyleri ya da kişileri rüyamda görürüm. Niye hiç görmedim diye üzülüyordum. Bir de rüya gerçeği diye bir şey var ya. Hani gerçek hayatta adamı görme imkanın olmaz ama rüyana girer, gelir oturur yanına güzel güzel konuşursunuz ya da o sırılsıklam aşıktır sana ,sen yüz vermiyorsundur falan. Ne güzel bir haldir o. İnsanın uyandığına lanet edesi gelir. Gözlerini kapatıp geri dönmek istersin ama o çooooktannn gitmiştir. Şöyle bir ağlamaklı olursun. İşte böyle bir rüya romansı yaşamak istiyordum Aamir'le. Ama gele gele kot pantolonlu, ütüsüz gömlek giymiş yeni yetme imajıyla çıktı karşıma. Biliçaltımın içine sıçayım emi. Rüyalarımda bile mutluluk yok bana. Kendi idim/süper egom karşı bana.  Aslında adam evli, güzel olmayan bir kadınla. Ve ben sürekli niye evlendin bu kadınla diye kavga ediyorum adamın fotoğrafları ile. Süper egom güzellik fanidir, bak güzel dediğin Aamir'i bile bir kot bir ütüsüz gömlek uğruna beğenmeyebilirsin demeye mi getirdi? Belki de Kiran'da benim göremediğim bir güzellik var. Şekilciliği bırakıp iç güzelliğine mi bakayım yani. Ya da sen de çirkinsin Poena, ama güzel bir eşle evlenebilirsin diye düşünmüş de olabilir bilinçaltım. Allah aşkına ne demek istiyorsanız açıkça söyleseniz, böyle semboller falan uğraştırmasanız. Tamam rüya analizini seviyorum ama analizi tek bir sonuca indirgeyemiyorum ki. Hep bir ' böyle olabilir, ama böyle de olabilir, hatta şöyle de olabilir' durumu oluşuyor. Aklım karışıyor. Zihnim bulanıyor..... Napsam ki?


NOT: Resimdeki zat Aamir Khan. (Keşke rüyama da bu halinle gireydin!!!)
NOT2: Esra Ceyhan hala hayatta imiş. Ama kanal7 ye geçmiş. Başından acıklı olaylar da geçmiş. O programda da sürekli ağlıyorlardı. Esra Ceyhan denilince aklıma hep ağlamaya 5 kala yüz hali geliyor zaten.

13 Eylül 2012 Perşembe

Sana Bir Tavsiye Vereyim Mi?

           Sonunda sınırsız internete kavuştum. Aslında kavuşalı bir ayı aştı ama ben film dünyasına daldım da çıkamadım. Vodafonelu iken 5 gb lık kotayı aşamayan ben, daha 1 ay dolmadan 65 gb yaptım. Neden? Çünkü günde 1 değil, 2 değil, 3 film birden izledim. (Gazetelerin promosyon ürün reklamlarına benzedi .. 30 değil, 25 değil, sadece 20 kupona...ıyykkk). Göz doktoruna kontrole gittiğimde gözlük numaram Türkiye'nin işsizlik oranından bile fazla büyümüş olacak. Ben sivilceli...Ben şişman...Ben kör... İç sesimi (ses değil yahu sesler) bastırmak için dinlediğim yüksek sesli müzikler yüzünden sağır da olacağım. Konuşmayı da sevmediğime göre kendimi yeni Helen Keller ilan edebilirim. Tabi onun yalnızca çocukluk hali olabilirim. Çünkü kadındaki gelişme, ilerleme evreleri bende yok. Kadın kör, sağır ve dilsizken 5 dil öğrenmiş, ben hala İngilizce bile bilmiyorum.
        
      
          Doktorum 1 ay sonra gel demişti, bende bu daveti karşılıksız bırakmayıp gittim tabi. Bu ilaçlar daha fazla sivilce çıkartır diye uyarmıştı. Ama bende normalin üstünde bir şey olmadı. Belki de benim vücudum zaten ekstrem seviyede sivilce ürettiğinden ilaç "Abla ben senin hormanlarının düzeyine erişemem" demiştir. Monodoksu bırakıp isotrexine başla dedi, her zamanki gibi 1 ay sonrasına gene görüşelim cümlesini ekledi. İsot u da 20 gündür kullanıyorum ama bir halt olduğu yok. Daha az sivilce çıkıyor ama benim öncelikli sorunum izler idi. Onlar da hala yerlerindeler. Sivilce bitmeden izlerin tedavisine geçilmiyor. İzler gitmeden ben mutlu olamıyorum. Hayat mutsuzken hiç çekilmiyor. Nihayetinde acı çekmeden ölünmüyor azizim....
         Bir sonraki gidişimde roaccutane vermesi için yalvaracağım artık. O da aktif sivilceler için bir ilaç ama izlere de iyi gelir diye umuyorum.  İlaç vücuda ne yapıyorsa artık onu kullanırken ve bıraktıktan sonraki birkaç ay gebe kalınmaması tavsiye ediliyor. Bu izleri geçireceksen bir ömür boyu hamile kalmayabilirim. Zaten çocuk da istemiyordum, bahanem olur.
        
            İlaç karaciğer üzerinde de tahribat yapabildiğinden kan testi yapıldıktan sonra veriliyormuş. İstersen tüm organlarımı tahrip et (Doğmamış çocuğumdan, şunca yıldır benimle yaşayan organlarımdan vazgeçiyorum. Daha ne yapayım laaaann... Gitsenize yüzümden...). Netice de kimse karaciğerin pek güzelmiş, rengine bayıldım, kalbine pek yakışmış demiyor ama şu lanet izleri herkes görüyor. Veeee  o herkes sürekli tavsiyede bulunuyor. Sanki 6 yıllık tıp eğitiminin üzerine sivilce konusunda master yapmışlar gibi 7 den 70 e tüm kuzenler, komşular, eczacı (sinir herif..), bakkal vb. bilumum yurdum insanı bir şeyler sayıyor. Ulan bu kadar çözüm yolu varsa yalnızca  benim doktor mu habersiz bunlardan?
     
          Bir de tavsiyeye başlamadan önce ayyy senin yüzüne ne olmuş demiyorlar mı? (Ne olmuşsa olmuş yani. Varolan durumu niye dile getiriyorsun? Sanki ben görmüyorum onları. Sanki ben bilmiyorum onların varlığını. Sen 5 dk sonra unutacaksın,görmeyeceksin. Oysa ben sürekli onlarlayım) İçimden küfürleri sıralarken dilim sivilce işte geçer gibi abuk sabuk cümleler sıralıyor.
     
              Bu kadar tavsiye meraklısı isen çık tv ye kuzum... Sun bir program. Artık sivilceye mi reçete yazarsın, elim demişken egzama, iktidarsızlık,fıtığa bakayım, her şeyin çaresi bende mi dersin bilemem. Ama ne olur rahat bırak artık beni....

30 Ağustos 2012 Perşembe

Ali Baba'ya Farklı Bir Bakış Açısı

         "Ali Baba her gece aç yattı
 Ali Babanın karnı zil çaldı 
 Meteliğe kurşun attı
 İflas etti birden battı 

 Ali Baba her gece aç yattı
 Ali Baba ormana ters daldı
 Karanlıkta
yapayalnız tek kaldı 
 Ah zavallı Ali Baba 
 Kar etmiyor hiç bir çaba                   
 Eşek bu ya inat etti dayattı
 Asmak kesmek kelle uçurmak
 Hırsızlıktan altın bulmak..."  
         Yukarıda sözleri verilen şarkıyı ceza hukuku bakımından inceleyiniz.

         Şimdi hocam tahmin edileceği üzere Ali Baba gerçek kişidir. Yaşı belirtilmemiş ama baba denildiği için kendisini reşit kabul edebiliriz (Reşit olmadan da baba olunabilir mi derseniz evet olunur derim bende. Çocuk gelinler oluyorsa çocuk damatlar da olabilir yani. Ama reşittir hocam bu adam aklımızı çok karıştırmayalım. Hem reşit olmasaydı soruda zaten belirtirdiniz siz.). Şimdi bu adam reşit olduğundan ve herhangi bir akıl hastalığı olduğuna dair bilgi verilmediğinden kendisi MK 9 daki fiil ehliyetine haizdir. Aynı zamanda cezai ehliyeti de bulunmaktadır. Yani işlediği suç fillerinin tam cezası ile cezalandırılır hocam.
       Şimdi şarkıyı incelemeye geçersek "Ali Baba her gece aç yattı" denilmiş. Ali Baba niye aç? Ailesi yardım ve bakım yükümlülüklerini yerine neden getirmemiş? Ayrıca nerde bu devlet, nerde bu millet? Biz daha Ali Baba'yı besleyemiyorsak niye büyük devletmiş gibi başka ülkelere yardım gönderiyoruz? An. m5 teki sosyal devlet ilkesi gereği devlet vatandaşını aç bırakamaz. Ali Baba hemen devlete başvurmalı.
       "Meteliğe kurşun attı" Şimdi hocam burada mala zarar verme suçu var gibi gözükebilir ama sonuçta metelik kendisinin olduğundan başkalarına zarar vermemek koşuluyla kişi malı üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Meteliğe kurşun atmak aslında bir deyim ama bu adam gerçekten malına kurşun atmışsa TCK m 170 deki genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması suçu oluşabilir. Ama meteliğe kurşunu nerede atmış onu bilmemiz gerekir.
        "İflas etti birden battı" Şimdi hocam icra iflas hukukunu daha görmedik. Görmediğimiz yerden soru sormak yakıştı mı size? Hani ben çocuğuma yapılmasını istemediğim şeyi size yapmam diyordunuz. Biraz insaf, biraz adalet lütfen!
         "Ali Baba ormana ters daldı" Şimdi hocam orman kamu malıdır. Bu nedenle ormana dalması suç değil. Ama Ali Baba ormana neden dalmış, bunu bilmek gerek. Eğer Ali Baba fırsattan istifade edip gözüne kestirdiği 3-5 ağacı kesmeyi planlıyorsa bu bir suç oluşturabilir. Bu noktada da suça teşebbüs oluşturan bir fiil var mı ona bakılmalıdır. Mesela Ali Baba yanında balta getirmiş mi? Ama Ali Baba'nın ağaç kesmek için ormana daldığına dair bir verimiz yok hocam( Olsaydı siz zaten kesin belirtiniz zaten). Teşebbüs diyebileceğimiz bir fiil olmadığından sırf düşündü diye adamı içeri atamayız hocam. Düşünce suçu diye bir şey var diyorsanız o zaman tüm erkekleri cinsel saldırı, taciz suçundan tutuklatmalıyım hocam.
         "Karanlıkta yapayalnız tek kaldı / Ah zavallı Ali Baba / Kar etmiyor hiç bir çaba / Eşek bu ya inat etti dayattı" Hocam bunlar hukukun inceleme alanına girmiyor.
        "Asmak, kesmek, kelle uçurmak" Hocam şimdi bunlar çok vahim sonuçlar doğuran suçlar. TCK m81 gereği bir kimseyi kasten öldüren kişi müebbet hapis cezası ile cezalandırılır. Asma fiili bakımından TCK m82 ye giren bir hal yoksa ( canavarca hisle veya eziyet çektirerek asmak, tasarlayarak asmak, fiilin töre veya kan gütme saikiyle işlenmesi..) yalnızca müebbet hapis verilir. Eğer bunlara giren bir durum varsa ağırlaştırılmış müebbet verilir.
        Kesme fiili bakımından TCK m86 kasten yaralama suçu oluşur. Cezası da 1 yıldan 3 yıla kadar hapistir. Ancak burada kesme işlemi için bir silah kullanılmış olacağından m86/3 tek nitelikli hal vardır ve ceza yarı oranında arttırılacaktır. Ancak nitelikli halin de cezası ağırlaşabilir. Örneğin fiil sonucunda  kişinin yüzünde sabit iz kalması, çocuk yapma yeteneğinin yitirilmesi, organlardan birinin kaybedilmesi vb hallerde ceza daha da arttırılır.
       Fail önce asmış, sonra kesmişse sadece TCK m81 ( niteliğe göre m82) ye göre cezalandırılır. Çünkü ölü kişiye karşı yaralama suçu işlenemez. Ama önce kesmiş, sonra bu suçu gizlemek için vb sebeplerle öldürmüşse hem kasten adam yaralamadan hem de kasten öldürmenin nitelikli halinden sorumlu olacaktır.
        "Hırsızlıktan altın bulmak" TCK m141 e göre zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır malı, kendisine veya başkasına yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alan kimseye 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilir. Hocam bu Ali Baba karanlıktaydı, eğer suç gece işlenmişse verilecek ceza üçte birine kadar arttırılacaktır. Hocaaamm siz görünüşte söylediğime bakmayın gerçekte olan hukuki durumu bulun demiştiniz. Burada hırsızlık denilmiş ama adamı asıp, kesen birileri böyle basit hırsızlık işlemez hocam. Bunlar ya canın, ya malın demişlerdir ( Hepsi eşkıya hocam bunlar). Bu durumda da hırsızlık değil yağma suçu oluşur hocam. Yağma suçu silahla ya da yol kesmek suretiyle işlenmişse nitelikli hal söz konusu olacaktır. Ayrıca yağmalarken neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçuna giren fiiller işlenmişse ayrıca yaralama suçundan ceza verilir.

NOT: Hocam siz ceza hukukuna göre yorumlayın dediniz ama bunun dışına çıkacağım. Yazıktır hocam bu Ali Baba'ya. Adam zaten iflas edip batmış, akluofobisi varken karanlıkta kalakalmış, haramileri niye getirtirsiniz hocam? Ali Baba'nın günahı ne hocam? Rahat bırakın adamı.
 
NOT2: Bu yazı biricik ceza hukuku hocacığıma ithaf edilmiştir.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Kar beyaz mendiller...

          Yaz tatillini bitirmek üzereyken doktor işini aradan çıkarmaya karar verdim. Bana kalsa bir ömür daha kendi kendime söylenebilirdim (Benden nefret eden benliğim bu fırsatı kaçırmak istemezdi çünkü). Ama sıcak havada fondöten başa bela bir malzeme oluyor. Her insan gibi terliyorsun, mendilini çıkartıp yüzünü ve boynunu siliyorsun. Mendili katlarken bir de bakıyorsun ki kar beyaz mendil sapsarı olmuş. Bunu diğerleri görmemeli diyerek binbir çaba ile mendili cebine, çantana vb. bir yere tıkıştırıyorsun. Sonra aklına başka bir düşünce geliyor. Şimdi ben yüzümü silerken fondöteni de silmiş oldum mu? Tam o anda az önce buruşturulup atılan mendil görüntüsü zihninde beliriyor. Canhıraş fondöteni tazelemek için bir yer bulmaya çalışırken bir yandan da yüzünü elinle kapatmaya çalışıyorsun. O küçük kırmızı lekelerin böylesine sıkıntı olduğu yaz aylarında daha da hissediliyor.                  
       
        İşte tüm bunlardan kurtulmak için doktora başvurdum. Randevuyu alırken kadın doktor istediğimi de belirttim. Cinsiyet ayrımcılığı yapmıyorum tabi ki. Ama erkek doktorlar sivilceyi bir hastalık olarak görmüyorlar. Onlar da hep zor ameliyatlara girme, kahraman olma düşüncesi var. Trafik kazası geçirmiş 5 yaşındaki sevimli kızın, sevimli kalbini sevimlice ameliyat etmek, bir futbolcunun kopmuş bacağını yerine dikmek, nikah masasında beyin kanaması geçiren bir kadını yeniden yaşama döndürmek....
       O erkek doktorlar böyle kahramanlık hikayeleri düşlerken ben, çikolata yemekten yağ tarlasına dönmüş yüzüm ve kırmızı lekelerimle onun önünde beliriyorum. Adam tabi ilgilenmez benimle. Birkaç basit ilaç verip gönderir beni eve. Benim lanet yüzüme etki etmeyecek, narin lekeler için yaratılmış bu ilacı bir süre kullanırım. Neticede doktor bir sonraki hastası için kahramanlık hikayelerini kurmaya başlayabilir, bense geçmeyen sivilcelerimle kalakalırım.
                   Bu yüzden kadın doktordan randevu aldım. Hastane pek kalabalık değil. Doktorun kapısının önünde birkaç kişi var ve kapı koluna yapışmış bir kız. Giren çıkan herkesin ardından söyleniyor. Haliyle dikkatimi çekiyor. Yüzünde bir şey yok. Bronz bir teni var, denize gitmiş olmalı, güneş lekesi olabilir diyorum ama kız bana arkasını döndüğünde bu teorim de yalanlanıyor. Bacağında da bişey yok. Niye geldin lan o zaman? Bize nispet yapmak için mi? Ne kadar pürüzsüz bir cildim var onu da doktor tarfından tescillemeye geldim, sizi pis kokuşmuş suratlılar, diyebilmek için mi? İçten içe büyüyor bu sinirim. Kız içerdeki bir amca çıkar çıkmaz dalıyor odaya. Doktor kışkışlıyor bunu. Sıra almamış, acelesi varmış bla bla... doktor git dışarıdakilerden izin al diyerek öfkeli kalabalığa salmış bu narini. Zaten bişeyin yok defol git allasen diye içimden söylenirken içeri giriyorum. Malum sorunumu söylüyorum. Kadın daha ergenlik dönemindesin (ben hala ergen miyim.. ne zaman kurtulcam bundan), izleri tedavi edebilmek için öncelikle var olan sivilceleleri çıkarmak gerek ( Ne..ne..sivilce çıkarmak...daha fazla sivilce çıkarmak...bu kadarı yetmedi mi sana, allahım sen yardım et bana..), şu ilaçları kullan 1 ay sonra kontrole gel dedi. Ben üzgün, ben yorgun, ben korkmuş bir şekilde çıktım dışarı.
             Eve gelene kadar rapunzel sıcağa söylendi. En nefret ettiğim insan hali. Sürekli sesli şekilde yakınmak. Sıcak havalarda sıcak, soğuk havalarda çok soğuk diye inlemek. Sanki sadece o keşfetmiş bu durumu. Herkes muzdarip havadan. Sen söyleyince hava değişiyor mu? Yok. Peki ben havaya bir şey yapabilir miyim? Yok. Daha ne söyleniyorsun o zaman. Sıcak\Soğuk havaya bir de senin dırdırın eklenmesin.
             Eve geldikten sonra annem ilaçları almaya gitti. Monodoks ve azelderm. Bir şey ummuyordum bunlardan. Tüm doktorlar tedaviye en basit ilaçtan başlıyorlar. Bunları kullan sonra gel bakalım. Ben ilaçların etkisini görmediğimden daha da gitmiyorum kontrole. Ama asıl tedavi o 2. gidişte başlıyor. Ama ben gitmiyorum işte. Benim gibi kaç insan, doktorların basit ilaçları yüzünden tedaviyi bırakıyordur. Bizimle oyun oynamasınlar böyle. Doğrudan etkili etkili ilaçları verseler. Bende kurtulsam sivilcelerden.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

İstanbul'u Anlamak 3

1\07\2012       
       Bugünkü hedef Sultanahmet ve çevresi. Önce müzekart sırasındayız. Her şeyi bu karta bağlamışlar. Kart olmadan müzeye girilmiyor. Bazı sarayları Kültür Bakanlığından çıkarıp Milli Saraylar Dairesine bağlamışlar ki müzekart oraya geçmesin ekstra para talep edilsin.
       Doğru sırada mıyız diye birine soru sorulacaktır. Ahanda bunda tam Türk tipi var deyip birine soru sorduk ama adam artık Arap mıydı Afgan mıydı bilmiyorum bön bön baktı bize. Çevremizde o kadar çok yabancı var ki Türkleri seçemiyoruz artık.  Müzekartı alıp ve 30 TL mizi orada bırakıp Ayasofya’ya yollanıyoruz.
       İlk Ayasofya II. Constantius zamanında yapılmış, daha sonra İmparator ve imparatoriçe ile sorun yaşayan patriğin sürgüne gönderilmesi üzerine halk isyan etmiş ve güzelim yapıyı yakmışlar. İkinci Ayasofya II.Theodosius tarafından yaptırılmış, bu yapı da Nika isyanı sırasında yakılmış( halkın sanata garezi olmalı). Üçüncü Ayasofya ise 532-537 yılları arasında dönemin kanun kitabı ius civile yi yaptıran I. Justinyen tarafından yaptırılmış ve günümüze dek gelmiş. O şartlara göre yapılmış en mükemmel eser. O şartlara göre dedim ama bence günümüz teknolojisiyle de böyle bir yapı inşa edilemez. Adamlar taşları üst üste koyduk, al sana bina dememişler.
       Bakımsızlıktan mıdır, hırsızlıktan mıdır, yoksa zamanın gelip geçiciliğinden midir bilmem mozaikler bayağı hasar görmüş. Bazı bölgelerde koca resimde yalnızca bir yüz falan kalmış. Sıvalar yer yer dökülmüş falan. Allah Fatih’ten razı olsun, kendisi İstanbul’u aldığında yapıya zarar verilmesini engellemiş, yoksa bizimkiler Meryem’dir, İsa’dır, peygamberdir  demez talan ederlerdi. Ancak o da benden bir iz kalsın diye koca koca tabelalar astırmış her yere. İstanbul’u aldım, en büyük ibadetgâhınıza da bastım damgamı dercesine.
        Tarihte en sevdiğin Osmanlı hükümdarı kim diye sorulunca hemen Kanuni derdim. Adının Kanuni olmasının ( Ben hatırlamıyorum ama 12 yaşlarındayken kuzenimin anket defterinde ne olmak istersiniz sorusuna astronot ya da hakim diye yazmışım. Ben hep lisedeyken hukuka yöneldiğimi sanıyordum. Gerçi çocukken öyle olmak istesem bile şimdi o kadar net isteyemiyorum. Ayrıca hukukla astronomi ne alaka ya. Ancak benim gibi hem realist hem de hayalperest ruhları içinde barındıran biri bu 2 mesleği aynı anda ister.) yanı sıra Hürrem’le olan ilişkisini, ona olan aşkını seviyordum. Ne romantik bir sultan diyordum. Ama büyüdükçe ve özellikle Muhteşem Yüzyıl’dan sonra ona olan ilgim azaldı. Fazla duygusal, fevri biri bence. Aşka duyduğum saygıyı yitirmem de etkili oldu. Güce olan saygı devri başladı. Ve Fatih’i sevmeye başladım. İstanbul’u bu kadar seven birinin Fatih’i sevmemesi imkansız olur. Fatih kafa adamı, düşünce adamı, başarı adamı. Kanuni denilince akla hemen Hürrem geliyor. Aşkı tüm siyasi, askeri başarılarının önünde. Ama Fatih denilince akla hemen İstanbul geliyor. Fetih filmine kadar eşinin adını bile bilmiyorum. Çünkü onun özel hayatı, döneminde önemli roller oynamamış. Belki Kanuni’den daha çok sevmiştir eşini. Belki ona dizeler yazmamış, onun için oğlunu öldürmemiştir ama sevmiştir. Bende sevginin bu gizli halini seviyorum. Milyonların diline düşmek değil, aşkımın yalnızca ben ve sevdiğim kimsece bilinmesini istiyorum. Fatih koca koca tabelalar koydun diye sana sitem ettim ama vallahi seviyorum ben seni. Sendeki hoşgörü ne Kanuni’de ne de Yavuz’da var.
Fatih’in bu önemli korumasından sonra diğer muhafaza da Atatürk döneminde gerçekleştiriliyor.  Osmanlı döneminde insan resimleri yasak olduğu için mozaiklerin büyük bir kısmı sıva ile kapatılmış. Atatürk bunların gün yüzüne çıkarılmasını istiyor. Benim söylendiğim o tabelalar da kaldırılıyor ama menderes döneminde yeniden yerlerine çakılıyorlar. Günümüzde ara ara Ayasofya geçmişteki haline yeniden döndürülsün, ibadete açılsın denilmekte. Madem geçmişe dönülsün deniliyor, o zaman cami değil kilise olmalı. Hem Fatih’in torunlarına böyle bir hoşgörü yakışır. Ayrıca müze olması, o esere verilen değeri gösterir, onu daha korunaklı yapar. Cami olsun falan deniliyor da Sultanahmet’in hali ortada. Ayak kokuyor koca cami. Bu mu istenen şey? Ülkemizde cami eksiğinin olduğunu sanmıyorum. Hatta o kadar çok cami inşaatı var ki yakında her eve özel bir mescit yapılsın diye bir açılım başlatılırsa hiç şaşırmayacağım.
Ayasofya’da huzur bulduktan sonra Alman Çeşmesini, Dikilitaşı, Yılanlı Sütunu falan gördük. Daha sonra da Pargalımın sarayına şimdiki Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne gittik. Batı sanatına düşkün İbrahim’in sarayında resimler falan varmış ama bizimkiler adamı öldürmekle kalmayıp evini de talan etmişler. Her yere bildiğimiz beyaz badana yapılmış. Türk ve İslam eserleri diye de taş, maden ve kilim koymuşlar. Hatta kilimleri de başka camilerden alıp getirmişler. Biz yağma kültüründen hiç kurtulamayacağız galiba. Her şey yerinde güzel, niye ordan buradan toplayıp getirirsin ki.
Sarayın odaları dizide gösterildiğinin aksine pek küçüktü (Dizileri referans almak o kadar iyi değil). Odadan odaya girerken acep hangisi Nigar’ın diye tahminler geliştirip durduk.
En geniş salonu kilimlere ayırmışlar. 3 m ye 8 metre dev gibi bir kilim gördük. Kilimlerdeki her motifin aslında bir anlamı vardır. Keşke buna ilişkin bir bilgi verselerdi de biz de kendimizi halı bakmaya gelmiş gibi hissetmeseydik. Zaten İbrahim’in sarayının bu halini görünce içim cız etti. Sıcak havadan bunalmışız, bir yandan da görevliler bizi takip edip duruyordu. Hırsız mı zannettiler bizi biye düşünüyoruz. Bir gümüş takımlığın önünde bu ne kadar ederdi diye fikirler yürütüyorduk, adamlar bizi duydu galiba. Ama nasıl çalabiliriz ki? Her yerde kamera var, eserler camın içinde sergileniyor. Kilimler açıktaydı ama onlar da pek büyüktü. Vinç gerek kaçırmak için.
Turlamayı bırakıp dışarı çıktık. Rapunzel gene telefonla konuştuğu için bizden geride kalmıştı. İçeri almamışlar onu. Meğer müzenin kapanma saati gelmiş. Görevliler de bizi bir an önce kışkışlamak için peşimizdelermiş. Söyleselerdi çıkardık canım. İbrahim’in üzüntüsü bir yandan sıcak diğer yandan. Eser diye koyduklarında da bir şey yoktu zaten. Müzeye göre Türkler yalnızca taş yontmuş, maden işlemiş ve kilim dokumuş.
Çıkışta o Hatice’nin etrafı seyre daldığı balkonlardan birini alacak şekilde fotoğraf çektirdim. Ahh.. ahhh.. O kadının yerinde ben olacaktım. Kocam bir dahi, abim muhteşem bir sultan.Hem abimi vahim hatalar yapmaktan engellerdim, tarihe Hürrem yerine ben damga vururdum.