22 Temmuz 2017 Cumartesi

Değerlendirme

       En son yazımı 4 yıl önce yazmışım. Bu 4 yılda hayat bir şekilde aktı ve yolunu buldu. Öğrencilik bitti, roaccutane bitti, sivilceler ara ara yüzümü yoklasa da onlar da bitti. Bunların yanında ömrümün 4 yılı da bitti. Dünyadaki mevcudiyetimin yaklaşık olarak  4,5 ta biri geçip gitti. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama bir şekilde geçti işte.
     Artık öğrencilikte kalan sınav kabusları yok. Sivilcem var deyip dersi ekmeler de yok. İş dünyasına girdim ve burada esnekliğe yer yok imiş. Hep çalışmak, daha fazla çalışmak, en fazla çalışmak durumundasın. Çünkü yapacak başka bir şey kalmadı ki. Buradan ötesi evlilik ve çocuk. Ondan ötesinde de tek bir şey kalıyor: ölüm. Ona daha uzağım sanki. Gerçi ölüm ne zaman yakın olur ki bize. O hep uzaktadır. Aklımızın bir köşesinde daima yer alsa da hep ötelenmiş bir hayal gibi, yapılacaklar listesinin en sonunda yer almaktadır. Ne zaman gerçekleştirileceği belli olmayan bir hayal....
       İş dünyasına girdin işte Poena. Hakim olamadım. Bu beden, insanlar üzerinde karar vermeye müsait bir beyne ve ruha sahip değil. O yüzden pembeli, sarılı dosyaların olduğu bir yerdeyim. Bazıları günlü, bazıları acele, bazıları ise cevap bile verilmeyen cinsten. 
     Asıl soruya gelelim mi artık. Mutlu musun Poena? Geçen 4 yılından da, hayatından da, bedeninden de, ruhundan da mutlu musun?
      Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Şu dakika ölsem ve bana bu soruyu sorsalar verecek cevabım bu olurdu: bilmiyorum. Mutluluk anda mı, bütünde mi, yoksa sadece bir yanılsama mı onu da bilmiyorum. 
          Yaşamın yalnızca cumartesi ve pazara sıkıştırılmış olduğu bir hayatta mutluluk mümkün mü gerçekten? Onu da bilmiyorum. Şimdilik bu kadar cehalet ve iç dökme yeter sanırım. İlerleyen zamanlarda mutluluğu tatman dileğiyle Poena....

           
          

2 Aralık 2013 Pazartesi

Sınavlar ve Ben


  İlk çok katılımlı sınavım LGS (Liselere Giriş Sınavı) idi. Dershaneye falan gitmemiştim. Sınava 1 ay kal test çözmeye başladım. O da laf olsun diye. Sınav yeri Bakırköy'dü. Sabahın köründe kalkıp gittik. Saat o kadar erkendi ki biz okula gittiğimizde hademe daha yeni okulu süpürmeye başlamıştı. Bizde bir sahil yapalım dedik. Parkta oturduk, ben biraz sallandım. Sonra okula döndük. Karanlıkça bir sınıfta soruları cevapladım. Birkaç ay sonra da bir anadolu lisesine girmeye hak kazandığıma dair kağıt geldi. Adıma düzenlenmiş, beni ciddiye alan ilk belge. Sonraki 4 yıl boyunca ÖSYM ile irtibatı kestik. Zaten benden sonraki sene LGS değişti, OKS oldu. Hatta FOX da OKS Anneleri diye bir dizi bile yapıldı. Sınavlar yalnızca çocuğun değil tüm ailenin meselesi haline geldi.     
       Lise sonda gene yollarımız kesişti ÖSYM ile. Bu sefer adına şarkılar yapılan, hatta film çekilen sınav, gençlerin korkulu rüyası ÖSS için başvuru yaptık. Liseye dershaneye gitmeden girmiştik ama üniversite için yardım şarttı. Son sene yazıldık bir dershaneye. Sayısız soru çözdüm. Bir sürü kitap, fasikül okudum. Ama hiç tedirgin değildim. Herkes korkuyordu, ya yapamazsam, ya kazanamazsam diye. O sene boyunca 1 kez bile aklıma kazanamama ihtimali gelmedi. Yılın başında kazanmak istediğiniz üniversite ve bölümleri yazın diye 5 maddelik bir kağıt vermişlerdi. Ben yalnızca 2 tane yazdım. İstanbul hukuk ve Ankara hukuk. Hoca niye diğerlerini de doldurmadın diye sormuştu. Gerek yok dedim. Gerçekten de gerek kalmadı bir 3. tercihe.
       ÖSS ye Yenimahalle'de girdim. Uzak olmayan ama şehir içinde medeniyetten bağımsız bir ortamdı. Biraz erken gitseydik belime kadar boy atmış çayırların içinde piknik yapabilirdik.
        Dershanenin deneme sınavlarında kendi bölümüm olan eşit ağırlık sorularının yanında SOS 2 de çözüyordum. Çünkü bazen Mat2 de bir soruya takılıp kalıyordum, biraz inatçılık edip aynı yöntemi tekrar tekrar deniyordum. Tabi ki yanıt çıkmıyordu. İşte bu noktada Sos2 ye geçiyordum. Onları güzel güzel yanıtlayıp Mat2 ye geri dönüyordum. Kısa süreli belleğim zayıf olduğundan eski yöntemi unutup yeni bir bakış açısıyla soruyu çözüyordum. ÖSS de aynısını yaptım. Hatta abartıp Fen2 ye de baktım ama öyle bakakaldım. Sonra kitapçığın başına dönüp kontrol işlemini gerçekleştirdim. Zaman sorun olmadı. Sonuç SOS2 de Türkiye 102. si , EA da 1200 lerdeydim.
       Sınav sonucunu aldıktan sonra tüm tercihlere hukuk yazarak tercih listesinin tamamını dolduramadım. Biraz da boş kalsın dedikten sonra son tercihime ÖSYM ile dalga geçercesine Ankara Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi yazmıştım. Aldığım puanla onun arasında o kadar büyük bir puan farkı vardı ki bölüme yüzyılın 1. si olarak girebilirdim. Yanlış tercih kurbanı olarak kütüphaneci olabilirdim yani. Keşke olsaydım.... Kitaplar en sevdiğim şey. Ama ondan daha çok sevdiğim şeyler vardı o zaman: Para ve güç. Bu sebeple birinci tercihim olan 6sütuna girdik.
      Benden sonraki sene gene sistem değişti. Yılların ÖSS'sini bir kalemde silip YGS, LYS kardeşlerini getirdiler ve ben gene 4 yıl boyunca gene ÖSYM'nin kapısına uğramadım. Yılsonunda adli ve idari hakimlik sınavlarına  girmem gerek. Onun öncesinde bir pratik yapayım, ÖSYM'nin kalemi, silgisi nasıldır diye YGS' ye başvurdum. İtiraf ediyorum tek sebep bu değildi Eğer yüksek puan alırsam sırf öğrenci kimliği almak için tercih yapacaktım Hatta tarih yada sanat tarihi kazanırsam tekrar okumayı düşünüyordum.
      Sınav yerimiz Keçiören.10 daki sınav için 8.20 de sınav yerindeydik. Bekle bekle bekle. Beklemek kadar yorucu bir şey olamaz. Neyse ki hali hazırda bir üniversitemiz vardı. Kazanamasak bile 6sütun bizi bağrına basardı. Saat 9'u biraz geçe bizi içeri aldılar. Yeni yapılmış bir ilkokul. Küçüçük bir sınıf ve minicik sıralar. Bünyem amfilere alışmış, o kadar garipsedim ki. Mevcudu yüzlerle ölçülen sınıfımın yanında 15 kişinin olduğu bir sınava girmek çok gerdi beni. Okulun içine de erken girmiştim, çıkıp gitsem mi diye düşünmedim değil. Duvarda İngilizce fiillerin çekimleri vardı, onlarla oyalandım. Sonra sınav başlamasına yakın bir amca geldi (ahh bu amcalar) tam arkama oturdu ve başladı burnunu çekmeye. Biri arkamda yüksek tonda nefes alsa bile ürperen ben sınav boyunca ne yapacağımı kara kara düşündüm.
         Veee sınav başladı. Paragraf okumaktan gına geldi. Ben dilbilgisi çalıştım o kadar, bilsem kitap okurdum sadece. Tarihe az çalışmıştım ama yorum ve eski bilgiler sayesinde onları da yaptım. Felsefeye hiç çalışmadım ama onu da yaptım. Coğrafyaya çalıştım onu da yaptım. Aslında ben çalıştım çalışmadım diyorum ama tüm YGS hazırlığımı yalnızca son 1 hafta yaptım. 4 yıl önce bayağı çalışmıştım. Daha çok onları hatırlayarak çözdüm sanırım. Yoksa hukuka 1 hafta çalışsam o dersten kalırım yani. Matematiği de yaptım demek isterdim ama ÖSS'deki kadar iyi yapamadım. Fene de biraz el attım. Bu sefer ilk 5000 de yer buldum kendime. Hacettepe sanat tarihini kazandım. Ama 6 sütunun bürokratik işlemlerinin uzaması sebebiyle diplomamı geç aldım. Haliyle kayıt yalan oldu. Kul hakkı yemeye çalışırsan böyle olur Poena.
      Daha sonra bir KPSS macerası yaşadım. İlk kısımda vitaminsiz kalasıca veletler yüzünden zaman problem yaşadım. Hukuk kısmında ise süre fazlalığı ancak benim çözebileceğim alan kısmının azlığı, ilk 150 dk dolmadan çıkamamak vb. bir süre şey sebebiyle hayatımı gözden geçirdim, ben mezun olup ne yapacağım dedim, Prens Henry üzerine hayaller kurdum, bir çay olsaydı da içseydik ... öyle işte. Sonuçta bir sürü puan topladım ama hiçbiri  işime yaramadı.
      Veee özlemle beklediğimiz sınavlardan ilkine, idari hakimlik sınavına, katıldım. Para yatır, ÖSYM bürosunda saatlerce bekle, sonra bakanlığa belge tesliminde bulun. Sınava gir. Netice mi? Şu ana kadar karşılaşmadığımız bir şey. Kocaman  bir 'KAZANAMADINIZ' ibaresi. Tabii ki beklediğim sonuç buydu. Çünkü sınava hiç çalışmadım. Tamamen bilinçli bir tercihti bu. 4 yıllık hukuk eğitimi yorgunluğunu evde dinlenerek atmak istedim. Ama şu ibare içime oturdu. Kocaman yahu. Pankart yaptırsaydınız. Bizimkilere daha önceden benden bu sene bir şey beklememelerini belirtmeme rağmen bir hayal kırıklığı hissetmedim değil. Başka hayal kırıklığı yaşatmam umarım.
      Önümüzdeki maçlara bakıyoruz. 22 Aralık'ta da adli hakimlik ve savcılık sınavı var. Ona da çalışmadım. Şimdiden 'KAZANAMADINIZ' ibaresine alıştırayım kendimi.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Son...

     Veee...Veeee...Veee... Şu an itibari ile son kontrolüme gitmiş ve artık roac bağımlısı olmaktan kurtulmuş durumdayım. 234 gündür bu nihai sonu beklemekteyim. Gerçi henüz tam anlamıyla mutlu bir son yaşayamadım ama yüzüm daha da düzelir diye düşünüyorum.
     Hadi roac bilançomuzu çıkaralım. Kutu kutu aknetrent ve zoretanin, onlar kadar olmasa da bir o kadar hametan, yaklaşık 7 tane lipstick, 1 tane blistex, 1 kutu ürederm, bir sürü vücut losyonu/el kremi, sayısız sivilce ve komedon, bir o kadar da leke. Son 7 ayım işte bunlarla geçti. Ha bir de litrelerce su içtim. Yüzüm ilaca başladığım halimden daha iyi, ama şu lekeler olmasa daha da mutlu olacağım. Çukurluklar da olmasın. Güneş koruyucusuna rağmen yüzümde beliren birkaç leke de olmasın. Tüm bunlardan sonra bir 15 cm kadar da boyuma eklersek bekle beni Miss Turkey :)
      İlaçla ilgili daha fazla yazmak isterdim ama sınavlarım var. Bir ay kadar sonra detaylı yazarım artık. Kontrolden sonra doktordan yüz soyucu bir şey vermesini istedim ama yaz ayında olmaz, hem biraz yüzün dinlensin, eğer lekeler geçmezse veririz dedi. Onun dışında güneş koruyucusu olarak ben nivea kullanıyordum, Avene emülsiyon spf 50 yü önerdi. Dermacos anti imperfection spot gel i günde 2 defa yüzüme sürecekmişim. Yeni sivilce oluşumunu engelliyor ( o kadar ilaç kullandım, hala sivilce çıkarsa aknetrent ve zoretanin fabrikalarını yakarım vallahi), leke ve çukurluklara iyi geliyormuş.
        Şimdi resimler...


   
       Yoldaşlarım Hametan, Bepantene- Evigen, Ürederm Lipo, La Roche Posay Effeclar H Köpük, Avene Clean Ac Creme


İlaçlar

 Pek faydalı uyarılar içeren prospektüs

Hizaya geçin bakayım....

14 Nisan 2013 Pazar

Haydi Bakalım...

   
   İlaca başlayalı tam 203 gün oldu. Sivilce, siyah nokta, kapalı komedon hepsi gitti. Yani ilaç işe yarıyor. Tabi götürdüklerine karşılık bana yeni elemler getiriyor. Ellerimde kızarıklar ara ara beliriyor (birkaç gün iyi nemlendirince geçiyor), şiddetli değilse de sırt ağrılarım oluyor (az su içmekten demişler ama 3 lt içiyorum günde el insaf), saçımda dökülme ve pullanmalar var (bepanthene sürmeyi biraz ihmal ettim gibi), dudaklarım  bir iyi bir kötü (ona çare yok), cildim o kadar kuru ki değil bıçak, tırnak, saç telim bile derimi çizebilir hale geldi. Lekeler de duruyor hala. Kullanmam gerekn 240 mg kalmıştı. Bunu kullanmayayım, doktor görmekten gına geldi artık, gitmek istemiyorum diye düşündüm sonra bu lekeler ne olacak belki onlar için bir ilaç verir diye ikinci kez düşünüp gittim kontrole. Yalnız çok fena tırsmaktayım. Ben kontrolden 3 gün önce (ilk düşüncem 1 hafta idi ama dayanamam diye 3 e indirdim) tatlı yemeyi bırakırım, kolestrol azıcık düşük çıkar dedim. Dedim ama karşı konulamaz bir gücün etkisi altına girdim. Ne miydi bu güç? Tabi ki Alman çikolataları. Orada yaşayan akrabalar ne zaman Türkiye'ye gelse ne güzel akrabalarımı göreceğimden önce yaşasın Alman çikolatası yiyeceğim diyorum. Adamlar içine ne katıyor bilmem ama yok böyle bir lezzet. Aynı markanın, aynı ürününü, aynı ambalajla burada da satıyorlar ama o tat başka. Belki de psikolojik. Almanlar ne eylerse güzel eyler, yakışıklı bir Hans bunun içine sevgisini katmıştır diye düşünüyorum galiba. Çok düşünüyorum ben galiba.
     Neyse işte çikolataları hüplettik. Sabahın köründe kalkıp doktora gittim. Tabi tüm karşı çıkışlarına rağman fondötenimi sürerek. Her yiğidin farklı yoğurt yiyişi vardır diyenden randevu aldım, ilacı önceden yazdığı için gerekirse öğleden sonra sonuçlar için gitmem doğrudan ilacı alırım diye akıllılık yapacaktım. Ama ucuz oyunum çabuk bozuldu.Odada fondöten düşmanı vardı. Allahım sen benden ne istiyorsun diye lanet edip hiçbir sızlanma belirtisi göstermeden kontrole geldiğimi, hiçbir sorunum olmadığını (o kadar ay ilaç kullandım bu lekeler hala geçmedi şimdi ben sıkayım mu sizlerin topuğuna haa dememek için tuttum kendimi), zaten kullanmam gereken yalnızca 240 mg kaldığını söyledim. Yüzün iyi görünüyor dedi, fondö.. dedim ha sen fondöten kullanan kızsın dedi hemen. Kaç aydır gelmiyorum ben sana hatırlamak zorunda mıydın beni, bari böyle hatırlamasaydın, hayır biri de iyi özelliklerimle ansın beni (sanki var da). Alıştı herhalde durumuma bir şey demedi. Diğer doktor gibi ilacı hemen yazmadı, o kolaycılığa kaçıyor, sonuçları inceleyip ona göre vermek gerek dedi. Hımmm rekabet, eleştiri, dedikodu her meslekte var imiş a dostlar. Banane sizin tıp polikanızdan ya. Sonra testi istedi gönderdi beni.
      Kan verirken gene bir hemşire ne için gelmiştiniz dedi. Yüzüm deyince, bence çok iyi görünüyor dedi. Acaba bizim aynada mı problem var, yoksa yeni bir sağlık polikası mı bu? Hastaya ya sen aslında iyisin, yok bir şeyin diyerek sağlık harcamalarını azaltmaya mı çalışıyorlar, gizli bir genelge mi gönderdiler hastanelere. Bir sürü leke var hatun, kör müsün nesin sen. Yoksa ben mi körüm? Yok benim lensim var, gözlüğüm var. Hem onlar sadece 1 dakikalık bir izlenime göre değerlendirme yapıyorlar, hem de medikal bir değerlendirme. Hastanın yüzünde sivilce var mı?Yok. Eee o zaman iyisin sen( ki ben sivilcenin doktorlarca bir hastalık kabul edildiğinden bile şüpheliyim). Bense 22 yıldır bu yüze dolaşıyorum, bir sorun varsa bunu en iyi benim bilmem ve bundan en çok benim rahatsız olmam doğal değil mi? Sen kanı aldın ve unuttun beni. Oysa ben eve gideceğim, aynada gene kendimi göreceğim, gene lanetler edeceğim ve gene bu yüzle yaşamaya devam edeceğim.
        Kanı verdikten sonra eve döndüm. Öğleden sonra yusuf yusuf halde sonuçlar için gittim. Kolestrol 273 ten 223 e düşmüş. Ben bu bedenimi anlamıyorum. Geçen sefer daha az tatlı yedim, rekor seviyeye ulaştı, bu sefer daha fazla çikolata yedim, neredeyse normal çıktı. Alman çikolatasının bir başka işte ya. O kadar yedim ama kolestrolümü etkilemedi. En azından bunun için bana söylenemez diye mutlu oldum. Tabi bu duygu da kısa sürdü. 240 mg yerine günd 40 mg dan devam edeceğim. Belirlenen doz minimum seviye idi, onu aşsam bir şey olmaz imiş. Bir ay daha yarık dudakla, kurumuş ciltle dolaşacağım yani. Yılın yarısından fazlasını ilaç kullanarak geçirdim. 5 ayda bitiririm ben bunları derken 8 ayı aşacağım. Allah belanı versin emi sivilce.

21 Mart 2013 Perşembe

Halamın Mirası....



        'Halam öldü mirasçı olabilir miyim?' soruna cevap olarak google neden beni yönlendirdi bilmiyorum ama adamım doğru yerdesin. Gerçi sen çoktan paranı ya da havanı almışsındır fakat diğer mirasbekleyiciler için amme hizmetinde bulunalım ve bu soruya bir cevap arayalım.
       Şimdi halanın yazılı bir vasiyetnamesi varsa öncelikle ona bakılır. Ülkemizde yaşayan halalar tarfından pek tercih edilmeyen bu sistemi daha sonra değinmek üzere bir kenara bırakıyorum.
      Eğer halanın vasiyetnamesi yoksa yasal mirasçılık dediğimiz durum ortaya çıkar. Yasal mirasçılık kişinin kan hısımlarının mirasçı olmasıdır. Ölenin akrabaları zümre dediğimiz belirli sınıflara ayrılır. Bu sınıflar belli oranda ve belli bir sıraya göre mirasçı olabilirler. Türk hukukunda 3. zümreye kadar akrabaların mirasçı olması mümkündür. Eğer 4. zümredeysen mirasçı olamazsın. Bunu yanısıra zümreler birarada da mirasçı olamaz. Öncelikle 1. zümrede biri var mı diye bakılır, eğer varsa miras bu zümredekiler belirli oranlara göre paylaşır. 1. zümrede mirasçı varsa 2. ve 3. zümre bir şey alamaz. Eğer 1. zümrede hiç kimse yoksa miras 2. zümreye geçer, orada varolanlar mirası paylaşırlar. 2. zümrede mirasçı varsa 3. zümredekiler ofsayta düşer ve pay alamazlar. Eğer 2. zümrede de hiç kimse yoksa miras 3. zümreye geçer ve oradakiler mirası paylaşır. Hadi diyelim bu garip mirasçının 1., 2. ve 3. zümrede mirasçısı yok, miras hukuku gereği miras 4. zümreye geçmez. İşte tam bu noktada devlet baba ortaya çıkar, bu adam sahipsüz değüldür der, önce cenazeyi kimsesizler mezarlığına defneder sonra da mirasını cebine...
     1. zümre, 2. zümre deyip duruyoruz ama nedir bu zümre? Zümre dediğimiz şey mirasbırakanın( yani mevtanın) akrabalarının belli bir düzene göre sınıflandırılmış hali. Soyağacı gibi bir şey. 1. zümre mirasbırakanın altsoyudur: çocukları, torunları, torun çocukları, torunun torunu, onun börtüsü, onun böceği...
     Eğer mirasbırakanın bir çocuğu varsa bizim yeğen mirastan pay alamaz. İşte çocuğun çocuğu, torunun çocuğu vb. varsa da pay alamaz. Tamam mı yeğen?
     Eğer bu halanın hiçbir çocuğu, torunu vb. yoksa yani 1. zümre mirasçısı yoksa miras 2. zümreye geçer. 2. zümrede kimler var bakalım? Ana, baba, kardeşler, yeğenler, yeğen çocukları... Ahanda bir yeğen lafı geçti diye bizim yeğen sevinmeye başlayabilir. Ancak başka bir miras hukuku ilkesine göre (zümre başlarının önceliği ilişkisi) eğer anne VE baba hayatta ise sen pay alamazsın yeğen. Burada VE kısmı önemli çünkü eğer anne ve babadan yalnızca biri yaşıyorsa gene pay alma imkanı doğar. Tabi bazı başka ölümlere de gerek var.
     3.zümreye girmeyeyim çünkü bizim 2. zümrede en az 1 mirasçımız yani yeğen var. Kısaca değinecek olursak 3. zümrede de büyükanneler, büyükbabalar, amcalari teyzeler, halalar, dayılar, kuzenler vb. var.
      Şimdi durumu somutlaştırmak için bir kurpratik tasarlayalım:
     Ali ve Ayşe evliler. Bunların Ferhat, Mecnun ve Şehrazat adında 3 çocukları var. Ferhat ise Şirin ile evli. Bunların ise Yavuz, Sultan ve Selim adında 3 çocukları var. Mecnun ise bilindiğ üzere Leyla ile evli ve onları da Fatih, Mehmet ve Avni adında 3 çocukları var. Şehrazat ise Onur ile evli ( Şehriyar diyeceğim sandınız demi ama ters köşeye yatırdım. Binbir Gece'ye selam olsun). Bunların ise Dünyazad, Masal ve Peri adında 3 çocukları var. Bunlar aile geleneği gibi niye sürekli 3 çocuk doğurmuşlar denilebilir. Cevap başbakan öyle istedi diye, 3 ün hikmeti ne ise artık.
      Bizim ölen halamız Şehrazat. Miraz peşindeki yeğenimiz de Yavuz. Yavuz mirası nasıl alır?
      Öncelikle Şehrazatın 1. zümre mirasçısı var mı ona bakılır. 1.zümre mirasçıları kim idi? Mirasbırakanın altsoyu. Yani Çocukları, torunları vb. Şehrazat'ın 1.zümre mirasçıları Dünyazad, Masal ve Peri. Bunlar ve varsa bunların çocukları, torunları falan ölmüş olmalı. Artık doğal yollarla mı ölürler, kim vurduya mı giderler bilemem. Orasını sen düşün Yavuz. Ama bilesin ki bunlardan biri bile yaşarsa sen miras alamazsın.
     Doğal veya doğal olmayan yollarla 1. zümrede kimse kalmadı. O zaman ne olur? Miras 2. zümreye geçer. 2. zümrede kimler var bakalım: Ali, Ayşe, Mecnun, Ferhat, Yavuz, Sultan, Selim, Fatih, Mehmet, Avni (Amanın pek de kalabalıkmış burası). Ben  az önce  ne dedim? Zümre içinde öncelik vardır, eğer zümre başları yaşıyorsa (örneğimizde Ali ve Ayşe) onların altsoyları pay alamaz. Ama Ali Ve Ayşe dedim. Bunlardan biri ölmüşse ölenin payı onun altsoyuna geçer. Yani Ali ölmüşse onun payı çocuklarına, torunlarına geçer( zümre iç halefiyet ilkesi). Biz kabul edelim ki Ali de Ayşe de ölmüş. O zaman miras kime kalır? Ferhat ve Mecnun'a. Nedennnn? Zümre içi öncelik. Eğer mirasbırakana senden daha yakın biri varsa pay falan alamazsın kardeşim. Ama demokraside çare tükenmez. Eğer senin üstsoyun( anne, baba) ölmüşse sen onun yerine geçersin. Hani Ali ve Ayşe ölünce onların yerine Ferhat ve Mecnun geçmişti ya Ferhat ölmüşse onun payı çocuklarına, Mecnun ölmüşse de onun payı kendi çocuklarına geçer.
      Şimdi yeğen Yavuz'un pay alması içn ortadan kaldırılacakları belirleyelim:
  1. zümre mirasçıları Dünyazad, Peri, Masal
  2. zümrede Ali ve/veya Ayşe, Ferhat
 Eğer bunlar mirasbırakandan önce ölürse Yavuz pay alır. Yalnız diğer mirasçılarla birlikte ( Şehrazat'ın eşi Onur, yaşıyorsa Ali/Ayşe, amcası Ferhat, amcası ölmüşse çocukları Fatih, Mehmet ve Avni, ayrıca kendi kardeşleri Sultan ve Selim) pay alcağı için ulan hiç almasaydım daha iyiydi diyecek hale gelir. En iyisi biz küçük bir katliam yapalım. Şehrazat'ın ölümüne yakın anne acısıyla çocukları Dünyazad, Masal ve Peri yok oldu diyelim. Ali ve Ayşe yaşlılıktan ölsün. Amca Mecnun zaten çöle düşmüştü onu gaip ilan ederiz, çocukları Fatih, Mehmet ve Avni bu kederden ölür zaten. Sultan ve Selim'e de bir el atarsın Yavuz tüm miras sana kalır. Ancak Şehrazat ölmden önce gerçekleşmeli bu ölümler.
     Ayrıca tüm bu ihtimaller Şehrazat'ın yazılı vasiyetnamesi olmamaı ihtimali üzerine kurulu. Eğer halanın bir vasiyetnamesi veya miras sözleşmesi varsa ve senin adın bu belgelerde hiç geçmiyorsa Yavuz için söylenecek tek söz kalır. Onun için de bknz. Babayı almak

9 Mart 2013 Cumartesi

Uzlaşı...



     Yine bir hastane yazısıyla karşı karşıyasınız okuyucular. Tabi hastane öncesi gelişmeleri yazmalıyım. Roac a başlayalı 167 gün oldu. Henüz roac kutusuna ulaşmış değilim. Ama zoretanin ve aknetrent bağımlısı sayılabilirim.
     Geçen aylara oranla vücudumda müthiş bir kuruluk var. Güneş cildi, soğuğa göre daha fazla mı kurutuyor acaba? Ya da aldığım doz arttıkça kuruluk artıyor mu? Şu yazıyı okuyan bir doktor bana cevap versin lütfen. Hametan bittiği için 3 gün kadar elime normal krem sürdüm. 2. günde elimde kırmızı kabarcıklar meydana geldi. Ulan ben daha yüzümü düzeltemedim bir de bana el çıkarma diye vücuduma söylenip durdum. Bir de sadece sağ elimde var. O da kuruluktanmış. Krem de neymiş ki deyip vazeline boğdum elimi. Biraz düzeldi gibi. Dudaklarım da iyi. Blistex sayesinde. Ben seni neden daha önce kullanmadım. Nivea ile dudağıma işkence etmişim. Sürdükten sonra dudağımı yalamamayı başarırsam (o kadar güzel bir tadı var ki, çok ferahlatıcı) 40 dk kadar nemlilik sağlıyor. Niveayı da çok kötülemeyeyim renkleri iyi ama nemlilik konusunda blistex ayarında değiller. En azından roac kullanırken yetersiz kalıyorlar. Saçlarımı da ihmal ettim. Onlar da sağolsunlar hemen nota verdiler bana. Kuruluktan kepeklenme oluştu. Hemen eczanaye koşup bepanthene ve evigen aldım. Eski hallerine geri döndüler. İlaç bittikten sonra da bunları yapmak zorunda kalmam umarım. Saça ayrı ilaç, ele ayrı ilaç, vücuda başka krem, yüze başka krem. Bu ne be.
     Perşembe okulu asıp doktora gittim. Bu sefer fondöten düşmanına göründüm. Kendisi gene bulanmış fondötene. Ama bu sefer farklı davrandı. Roac kullanıyorum dedim, yüzüme bile bakmadı, sonra elimdeki kızarıklıkları söyledim, kendisi lütfedip baktı, sonra ilaçtandır deyip bilgisayar ekranına geri döndü. Daha sonra 'Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var. Bugün benimkini göreceksin. Ben testten önce ilacı yazıyorum' dedi. Banane senin yiğitliğinden, banane senin yoğurdundan. Sanki çok farklı bir şey yapıyor. Ne yapayım alkış mı tutayım? Yüce buluşunu tüm dünyaya takdirle mi anlatayım? Ne yaptın yani, alt tarafı bir ilaç yazacaksın. Önce, sonra ne farkedecek. Gene de sonuçlar kötü çıkarsa sorun olmaz mı diye uyarı vazifemi yerine getirdim. Olur da ilaç dolasıyla bir zarar görürsem benden günah gitti, ben söylemiştim ona diyebilmek için. Sonuçlar kötü çıksa da doz azaltılmazmış hemen. Ya iyi çıkarsa arttırmak zorunda kalırsanız diye itlik yapacaktım ama her zamanki gibi bu fikir aklıma evde kaldım. Oradayken tamam, teşekkürler deyip çıktım dışarı.
     Sonra eve geldim muhteşem yüzyılı izledim. Orada da şu gerçeği farkettim ki bu tıp dünyası birleşmiyor. Bizim hocalar hep der 2 hukukçunun bulunduğu yerde 3 farklı doktrin olur. Tıpta da aynısı var. Şimdi bu Hürrem'in elindeki kızarıklıklar için önce saraydaki hekim kadını çağırıyorlar o diyor ki çöven otu ve ahlat akdiken otundan bir merhem hazırlayalım. Daha sonra Kanuni'nin süt kardeşi Yahya Efendi geliyor. O da diyor bir merhem hazırlayalım şahtere otu, sarımsak, at kuyruğu otundan. Aynı hastalığa 2 farklı çözüm. Bir birleşin lan. Bir uzlaşın lütfen. Hele bir yumurta meselesi var ki dillere destan. Yumurta kolestrolü yükseltir mi yükseltmez mi? El kadar yumurtayı bir o fikre bir bu fikre sürükleyip durdunuz be. Gerçi bu yumurta da pek tekin değil. Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan diye başka ikilemlere de bulaşmış utanmadan.
     Öğleden sonra sonuçlar için gittim. Ben şimdi elimde bu kızarıklıklar belirince (günah çıkarma seansı başlasın....) biraz tatlı yedim. Benim için küçük ama insanlık için büyük biraz. 2 tane halley, 1 tane kakaolu süt kadar biraz. Hemde testten önceki gün. Gerçi ondan önceki günlerde de yedim biraz biraz. Bu ve benzeri sebeplerle kolestrol 273 çıktı. Doktor abur cubur yeme deyip beni postaladı. Bende eve gelir gelmez dankek yedim. Diğer kontrole daha çok var. Zaten bu ayda kullandıktan sonra kullanmam gerek 240 mg kalmış. Onu da haydi haydi verir. İlaç bitince ben ne yapacağım ya. Müthiş bir boşluk beni bekliyor.

2 Mart 2013 Cumartesi

Kalbimi azar azar...



      Ocak bitti, şubat bitti ve mart geldi. Ve geldi ile özlemle martı beklediğim anlaşılmasın. Kediler için önemli ama benim için olağan bir ay yani. En fazla takvimde şubat kısmını yırtarım o. Zaman ne çabuk geçti ya. Ben daha yılbaşını hatırlıyorum. Zaman geçiyor tabi. Bazen iyi, bazen kötü, çoğunlukla da bomboş...
     İlacı kullanalı 160 gün oldu. Ama iyi ki kullanmışım cümlelerini hala sarf edecek konumda değilim. Acaba roac kullanmadım diye mi?  Muadili diye aknetrenti, zoretanini tutuşturup gönderdiler elime. Oysa bir halt olmadı. Hala bir sürü leke var. Çarşamba gününe randevu aldım. Doktor gene diyecek fondöten yasak diye. Sanki ben keyfime sürüyorum. Ben de özledim sabah yataktan kalkınca elimi yüzümü yıkayıp dışarı çıkabilmeyi. Her gün fondöten sürmek için vakit harcamamayı, ya da gün içinde silindi mi, aktı mı diye düşünmemeyi, kıyafet denerken bir yere bulaştı mı diye kontrol etmemeyi, ansızın misafir geldiğinde kapıyı açmak yerine odaya koşup kendimi fondötene bulamamayı.Ama olmuyor işte. Hiçbir şey istediğim gibi olmuyor. Ne beynime ne bedenime sahip olabiliyorum. Puffffff
     İbrahim Paşa ile teselli oluyordum. Onu da elimden aldı bu zalım senaristler. Tarih, dram dizisi olarak başlayıp yer yer gerilim, savaş ve en sonunda korku, gizem türüne girmeyi debaşardılar. Bir büyümüz eksikti o da oldu tam oldu. Biz seviyoruz galiba böyle büyü, cin, gibi olağanüstü şeyleri (Ya da zorla sevdirmeye mi çalışıyorlar). Ama en çok Nigar ve Rüstem Paşa'nın hali beni düşündürüyor. Mr and Mrs Smith misali her ikisi farklı taraflara çalışıyor. Gerçi filmdeki gibi sonda bir aşk hikayesi olmaz,çünkü Rüstem ile Mihrimah'ı baş göz edeceğiz biz. Malkoçoğlu ile Mihrimah'ın arasını da bozdu. Yazık bu Mihrimah'a ya. Taşlıcalı'ya meyletti olmadı, Malkoçoğlu'na gitti olmadı. Garibim sonunda Rüstem'e kaldı. Yazıklanacağım diğer kişi de Lütfi Paşa. Sultan eşi olunca dünyayı fethetsen boş. Kadın bir olmaz diyor öyle kalakalıyorsun paşa.
       Süleyman'a da uykular haram oldu. En çok bunu sevdim. Bir adama onca yıl dostum de, sonra adamı boğdurt, ardından da tek gözyaşı dökme. Olacak iş mi bu. Gerçi günahını almışım, Hürrem için bir sürü şiir yazan Muhibbimiz İbrahim'i de unutmamış ve şu dizeleri yazmış:
"Kalbimi azar azar İbrahim,
Yaktın ama çaresi mümkün değil.
Beni bir ateşe bıraktın ki,
Nemrut'un ateşi ona benzer delil."
 

  Onca yıllık  dostluğu şu 4 dizeye sığdırdın ya aferin sana Süleyman. Gerçekten muhteşemsin. Otur yüz.
     Mr and Mrs Smith'den sonra diğer film atıfı da Fight Club'a olmuş. Aynı zamanda dejavu da söz konusu. Gün gelir devran döner, Hürrem, Mahidevran'dan dayak yediği yolda bu sefer Hatice Sultan'ı döver. Tarih tekerrürden ibarettir diye boşuna demiyorlar. Yeni bölüm fragmanı da yayınlanmış, ama hiçbir şey anlaşılmıyor. Hürrem nasıl yakayı kurtaracak acaba? Çok merak ettim şimdi.

12 Şubat 2013 Salı

Hürrem Sultan yahut Bir Babanın Dramı...

       Pazar günü Büyük Tiyatro'da Hürrem Sultan oyunu vardı. Kendimi altın gününe gelmiş gibi hissettim. Salon ağzına kadar kadınla doluydu. Özellikle de orta yaşlı kadınlarla. Sanırım muhteşem yüzyıl oyuna olan talebin artmasını sağlamış. Oyunu diziden  sonra programa koydular. Bu durumda karşımıza 2 ihtimal çıkar. Ya hazır dizi varken bir de tiyatro sahnesinde boy göstersin Hürrem. Sonuçta insanlar diziden sonra tarihi mekanlara akın ediyor, biraz da tiyatroya gelsinler, para kazanalım diye düşünmüş olabilirler. 2. ihtimal ise biz dizideki gerçekliği sevmedik, zaten bizim ecdadımız öyle değildi, alın size gerçek Hürrem, gerçek Süleyman diye bir karşı çıkış başlatmak amacıyla oyunun sahnelenmesini istemiş olabilirler. Neyse biz komplo teorilerini bırakıp oyuna dönelim.
   
    Oyun başlamadan önce mor bir perde vardı sahnede. İlk baktığında eğik çizgilerden oluşmuş alelade bir perde işte diye düşünüyorsun. Sonra dikkatimi biraz daha verince ya bunlar Davut yıldızına benziyor sanki dedim. Hakikaten öyle. Geçen eyes wide shut filmi üzerine bir inceleme okumuştum. Filmdeki illuminati, gizli semboller, masonik ögeler falan derken beynim dolmuştu. Ondan çok etkilenmiş olmalıyım ki böyle garip şeyler dikkatimi çekiyor. Davut yıldızının illuminatideki karşılığı nedir, ne işe yarar bu sembol bilmiyorum ama vardır bunda bir hikmet diyorum. Ya aslında Hürrem'in Yahudilikle bir ilgili bir durumu vardı. Bir düşünceye göre Hürrem Hıristiyan değil Yahudi imiş. Kızı Mihrimah'ı Yahudi Rüstem ile evlendirmiş, oğlu Selim'i de gene Yahudi Nurbanu ile baş göz etmiş. Ne kadar doğrudur şu an bilemeyeceğim.
      Oyun başlayınca mor perde kalktı. Topkapı esintisi taşıyan çini dolu bir dekorda Hürrem Sultan belirdi. Konuya gelirsek malumunuz işte Şehzade Mustafa'nın öldürüşünü anlatıyor. Hürrem, Mihrimah ve Rüstem ile şer ittifakı kurup yavaş yavaş Süleyman'ı etkiliyor daha sonra da yaşanan olaylar neticesinde Süleyman ölüm emrini veriyor.
      Oyuncu seçimleri güzel. Yalnız Şehzade Mustafa öldürüldüğü sırada 30lu yaşlarda. Ama oyundaki adam daha yaşlı gözüküyor. Aslında ben Mustafa ile çok ilgilenmedim. Gözüm Şehzade Bayezid'e takıldı kaldı. Adama çok yakışıklı diyemem, sanırım rolü ile ilgili bir durum bu. Çok etkileyeci hali, tavrı. Diğer eleştirim ise Şehzade Cihangir ile ilgili. Kendisi 18 yaşında ama çocuk gibi konuşturmuşlar. Kambur ve biraz hassas olduğunu biliyoruz ama bu şekilde konuşması gerekmez herhalde.
       Oyunda Süleyman'ımız gene ikilem içerisinde. Oğlumun gözü beni tahtımda mı, değil mi? Mustafa'yı öldürsem mi öldürmesem mi? İnsan bu kadar kararsız olunca seçim yapma ve ihtimallerden birini gerçekleştirme de başkasına kalıyor. Mustafa uzakta olduğu için bu şansı Hürrem değerlendiriyor.
      Sefer sırasında Rüstem'in oyunlarıyla halk padişahımız çok yaşlandı, seferde başımızda Mustafa'yı görmek isteriz gibi cümleler sarf etmeye başlayınca Süleyman işkilleniyor, sorguya çekmesi için Mustafa'nın yanına Rüstem'i yolluyor. Mustafa ise babasının onu yanına çağırıp doğrudan sual edeceği yerde araya 3. şahıslar sokmasına sinirlenip önce bu yaşananlarda bir suçu olmadığını söyleyip ardından şu sözleri sarf ediyor: "Bizim size verecek ne cevabımız olabilir? Bu fitnede suçumuz yoktur diye yemin mi edelim? Kendimizden özge, kendi sözümüzden gayri tanıklar mı bulup getirelim? Babamıza bizim için delalette bulunmanız için ayaklarınıza mı kapanalım? Babamız gururludur biliriz, suçlu zan eylediği evladını çağırıp da ondan hesap istemeyecek kadar gururlu. Ya biz? Biz neyiz? Biz de o babanın oğlu değil miyiz? Bir sual doğrudan bize sorulmadıkça susmamız gururumuz icabıdır. Bunu devletlü pederimizin bilmesi gerekmez miydi?" Bunları dedikten sonra benim sana başka sözüm yoktur, git suçlu muyum değil miyim kendin araştır deyip Rüstem'i postalıyor. Böyle babanın böyle oğlu olur. Ne olur gidip bir konuşsaydın sanki.
        Bu arada bizim Süleyman'ımız gene fetvaya sarılır. Paşa'mızın ölümüne sebep Ebusuud Efendi'ye sorar: Şehrin tanınmış bir taciri bütün malını mülkünü en itimat ettiği kölesine emanet ederek taşraya gider, döndüğünde kölesini hem malına, hem canına kasteder görürse bu köle hakkında fetva nedir? Ebusuud Efendi Süleyman’a şu cevabı verir: Bu durumda köleye ölünceye kadar işkence yapılması uygundur.
        Ebusuud'dan evet cevabını kapan Süleyman oğlunu yanına çağırır. Taşlıcalı Yahya, gitme Mustafa, öldürecekler sizi, kal burada tahta geçirelim sizi deyip biat etse de bizim mağrur Mustafa'mız " Asıl şimdi gitmem gerek. Ben babama karşı duracağım ha? Silahımı ona çevireceğim ha? Ve o silahımdan yılacak ha? Yılıp da gerileyecek. Babamın yarım iş yaptığı görülmüş müdür? Dinim hakkı için gözlerini bile kırpmaz, silahımın üzerine atılır. Yooo.. Eğer başka çaremiz kalmamışsa, birimizden biri ötekinin hayatına mal olacaksa, Allah babamızın hesabını bizden soracağına, bizim hesabımızı ondan sorsun." Der ve gider. Oyunda öldürülüş anı gösterilmiyor. Ama Süleyman'ı oğlunun cesedi başında ağlarken görüyoruz. Yap yap ağla  sen Süleyman.
       Daha sonra haberi alan Şehzade Bayezid hışımla annesinin yanına gider ve acı gerçekleri Hürrem'in suratına suratına çarpar: "Şimdi ne olacak bilir misin? Öz evlatların birbirine düşecek.Birbirimizi yiyeceğiz. Düne kadar kendimi emniyette hissediyordum. Mustafa'nın ismi dahi hayatımızın teminatıydı. Ben şimdi kime güveceğim ha? Sana mı? Haydi oradan. Kan kokuyorsun? Babamıza mı güveneceğim? O Mustafa gibi yiğit, Mustafa gibi eşi bulunmaz bir evlada kıydı, gözleri beni mi görecek? Yoksa Selim'e, o sarı yılana mı güveneyim istersiniz? Şimdi ne olacak bilir misin valide? İlk fırsatta ya Selim beni gırtlaklayacak ya da ben onu...."
   Süleyman'dan gene pişmanlık cümleleri dökülür: "Asıl suçlu ben. Asıl suçlu biz. Tam sırasında ölmeyi bilmedik. Bilemedik de işleri böyle karıştırdık. Tam zamanında çekilip gitmeyi bilemedik. Tanrı beni affetsin. Tarih beni affetsin.....Ya ben yanılmışım ya bunca insan. Onlar sanırlar ki ben istediğimi yaparım, istemediğimi yapmam. İşte hakkımda aldandıkları da bu. Benim adaletim. Ne sanırlar? Bu kadar pahalıya mal olan tahtı sevdiğimi mi? Bir bilseler onun üstünde nasıl yapayalnız hissederim kendimi, nasıl hafakanlar geçiririm, bir bilseler. Bir ömür boyu orada oturmak, benden isteneni vermek, hatta o şey Mustafa gibi bir evlat olsa bile vermek benim vazifem. Onlar sanırlar ki benim oğlumla davam var. Öyle olsaydı artık son menzile varmış olan bu ömrün Mustafam kadar haysiyeti mi kalmıştı? Benim davam devletim aleyhine tertiplere kalkışan bir hainleydi. Ama bu hain tesadüfen oğlumdu benim...Gerçi Mustafa ihanetinin cezasını hak eyledi. Ama bilir misin kadın, bir hain de olsa Mustafa Mustafa'dır. Ve dünyaya bir ikinci Mustafa daha gelemez. Çünkü Mustafaların çağı kapandı.... "
        Oyunda kimseye haklı diyemiyorsun. Çünkü haksız da diyemiyorsun. Hürrem evlatlarını korumak isteyen bir anne, Süleyman devletini korumak isteyen bir hükümdar. Bu durumda ne yapabilirlerdi ki diyorsun, ne yapabilirlerdi? Tarih düşüncelerimizi, saiklerimizi eliyor. Günümüzden geçmişe baktığımızda yalnızca eylemler kalıyor. Amacı, nedeni bilinmeyen, yapılmış ve geri alınamayan eylemler....

11 Şubat 2013 Pazartesi

Mazaretim var... Asabiyim ben...



     Kaç gündür sivilce yazısı yazmıyorum. Çünkü çıkmıyor meretler. Bir gün ne yersen ye sivilce çıkmayacak deseler hadi lan oradan der bir güzel terslerdim. Mesela bugün 2 dilim pasta yedim, üstüne bir paket de cips. Ama biliyorum ki yarın yüzümde hiçbir değişiklik olmayacak. Peki yüzüm bu haliyle mükemmel mi? Elbette hayır. Lekeler hiçbir yere gitmiyor. Diğer roac kullanıcılarının yorumlarını oldum, resimlerine baktım, 5 ayda hiçbir şeyleri kalmamış. Benimse bir ömür fondöten kullanmama neden olacak kadar çok lekem var. 141 gündür ilaç içiyorum. Şimdiye kadar geçmediklerine göre bundan sonra da hayatıma lekelerle devam edeceğim.
       Bu arada olağan doktor buluşmasını da gerçekleştirdim. Tansiyonum zıplamasın diye bu sefer başka bir kadın doktora gittim. İçeri girer girmez sen benim hastam değilsin herhalde dedi. Uffff ben şimdi bu kadına nasıl persona non grata ilan edildiğimi mi anlatacağım diye karalar bağlarken benim doktorun randevusu dolmuştu diye cevapladım kendisini. Beim  hastalarımın fondoten kullanmaları yasak çünkü diye karşılık verdi. Fondöten benim hayatla olan bağım be. O olmasa hiçbir kuvvet beni evden dışarı çıkartamazdı. Madem kötü bir şey sen niye yüzüne sürdün diyemedim tabi ki. Buna da bir şey dersem hemen hemen tüm cildiye bölümüyle kavga etmiş olacağım. Jinekologa da laf etmiştim zaten. Yakında beni hastane kapısından içeri almayacaklar. Ben eşikten adımımı atar atmaz alarm çalacak, aniden FBI ajanları belirecek, tutuklayıp götürecekler beni. Tamam biraz sinirli ve patavatsız bir kızım. Ama bu doktorlar da pek kibirli değil mi yani? Kendilerine hiçbir şey demeye gelmiyorlar. Her şeyin en doğrusunu onlar biliyorlar. Bak ben öyle diyor muyum? Doktor haklarınız var sizin dedi, ağzımı açıp kadınnnn kadınnnn hakkımı sen mi bana öğreteceksin demedim, diyemedim.
       Bu arada tatil de sona erdi. Aldığım kitapları okudum ama ne film izledim, ne muhteşem yüzyılın eski bölümlerini izleyebildim ne de İlahi Komedya'yı okuyabildim. YGS'ye de hiç çalışmadım. Görüldüğü üzere gerçek manada bir tatil yapmışım. Hiçlik kuyusunda debelenip durmuşum.

31 Ocak 2013 Perşembe

Dipteyim.....

       Sınav sonrasında düştüğüm hiçlik boşluğunda kişilik testleri falan çözmeye başladım. Psikolog Don Hamachek aşağılık kompleksi ile ilgili 7 belirti sunmuş bize. Bende bu belirtiler ışığında kendimi incelemeye başladım.
 

       1. Eleştiriye karşı alıngan olmak
Aşağılık duygusuna kapılan insanlar hata yaptıklarını bilseler de diğer insanların bunu vurgulamaları hoşlarına gitmez. Ne kadar yapıcı ya da naif olursa olsun her eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak algılarlar.

    Neeeveeettt... Birinin beni eleştirmesine katlanamıyorum. Eleştirisinde haksızsa birkaç laf veriştirip susuyorum (sonunda susan hep ben oluyorum zaten). Ama eleştirisinde haklıysa verdiğim tepki daha büyük oluyor. Bu yargında haksızsın diyemeyeceğime göre bende onun kusurlarını sıralamaya başlıyorum. Aklıma ne gelirse, hiçbir süzgeçten geçmeden dilimden süzülüyor düşünceler.

        2. Özgüvene uygunsuz cevap verme
Bu iki şekilde olur. Bazı insanlar kendileri hakkında iyi şeyler duymak için can atarlar ve sürekli iltifat edilmesinden hoşlanırlar. Diğer davranış biçimi ise tam tersidir. Özgüven eksikliği çeken bir grup insan ise kendileri hakkında pozitif bir şey duymak istemezler çünkü kendi hissettikleriyle çelişirler.
    Genelde pozitif bir şey duymak istemeyenler grubuna giriyorum. Nitekim doktor yüzün düzelmiş dediğinde ondan çok sinirlendim. Ama benim yüzüm gerçekten düzelmedi ki daha. Onu karıştırmayalım. İltifatı sevmiyorum. Her kadın sever iltifat falan diyorlar ama ya genellemeler yanlış olabiliyor ya da ben kadın değilim. Biri bana iltifat etmiş bir de bunu uzun tutmuşsa bir an önce oradan kaçmak, mümkünse yerin dibine girmek istiyorum. Ama bir yandan da ilgi odağı olmak istiyorum. Herkes bana ilgiyle, hayranlıkla baksın. Şimdi bu 2 istek yan yana gelince bir çelişki yaratıyor gibi duruyor ama aslında öyle değil. Benim istediğim şu: Yalnızca istediğim insanlar bana baksın, yalnızca ilgisini çekmek istediklerim benimle ilgilensin. Mesela güzel bir elbise giymişsem sadece etkilemek istediğim adam bana baksın, sokaktaki bir öküzün 'offf yavrum benim be' şeklindeki tacizine maruz kalmayayım. O öküz için ben görünmez kılınayım. Tabi bu sadece fiziki güzellik için geçerli. Yoksa zekama ve başarıma herkes -dozunda olmak kaydıyla- iltifat edebilir.

3. Aşırı eleştirel yaklaşım
Kendilerini iyi hissetmeyen kişiler başkaları hakkında iyi şeyler düşünmezler. İnsanların kusur ve hatalarını ararlar. Böylece kendilerinin çok kötü olmadığını kanıtlamaya çalışırlar. Bu insanlar çevredeki en akıllı, çekici, başarılı insan olmadıkları zaman akıllı, çekici, başarılı hissetmezler.

   En çok yaptığım şeylerden biri bu.  Bence biraz mükemmel olma, mükemmeli isteme arzusundan doğuyor. Bir şeye iyi ya da olmuş bu demem için gerçekten kusursuz olması gerek. Ortanın üstü benim için yalnızca vasattır ve eleştiri oklarıma maruz kalacaktır. İçimde bir canavar var, eleştiri canavarı. Gerçi dışarı çıkarmamaya çalışıyorum ben onu. Yoksa ben de dahil olmak üzere çevremde hiçbir canlı bu oklardan sağ kurtulamaz.
 
4. Suçlama eğilimi
Bazı insanlar aşağılık hissetmenin acısından kurtulmak için kendi güçsüzlüklerini diğer insanlara yüklemeye çalışırlar. Bu noktada kendi hataları için başkalarını suçlarlar.

   Bu benim için doğru değil. Ben daha çok kendimi suçlarım.  Niye öyle dedim? Niye bunu demedim? Niye bunu seçtim? Niye öyle yapmadım? Ömrüm oldukça bu niyelerden kurtulamayacağım.

5. İşkence isteği
Özgüvensizlik doruk noktasındayken başkasına zarar vermeye kadar varabilir. Başkalarını suçlama davranışı kontrol edilemez bir duruma ulaşabilir.

   Hukuk okuduğumdan mütevellit fiiliyatta işkenceye karşıyım. Ama her gün hayallerimde birilerine zarar veriyor muyum? Evet. Şiddete azzıcık meyilliyim sanırım. Beni eyleme geçmekten koruyan ise Türk Ceza Kanunu. Basit şekilde adam yaralamanın bile 4 aydan 1 yıla kadar cezası var.

6. Rekabetle ilgili negatif hisler Aşağılık kompleksi olan insanlar da herkes gibi bir oyunu ya da yarışmayı kazanmak ister ama böyle durumlardan kaçınırlar çünkü kazanamayacaklarını düşünürler. Birinci gelememe korkusu tamamen başarısız oldukları korkusuna kapılmalarına neden olur.
   Mükemmeliyetçi tavrım ile yenilmezlik arzum birleşiyor ve beni derin bir eylemsizlik çukuruna hapsediyor. Yenilmek kadar yanlış yapmaktan da korkuyorum. Bir şey eksik veya hatalı olacaksa, değil olmak, olma ihtimali bile varsa asla ona kalkışmıyorum. Yeni bir şey denemiyorum. Bu da beni yerinde saymaya itiyor. Yeknesaklığın kölesi haline geliyorum
7. Yalnızlık ve çekingenlik eğilimi
Aşağılık duygusu olan insanlar diğer insanlar kadar zeki ve ilginç olmadıklarını düşündüklerinden diğer insanların da onları böyle göreceğini düşünürler. Bu yüzden sosyal ortamlardan kaçınırlar. İnsanlarla birlikteyken susmayı tercih ederler çünkü bunun yalnızca aptallıklarını ya da sıkıcılıklarını kanıtlayacağını düşünürler.

    Benimle 5 dakika yalnız kalan herkes buna evet der. Yalnızlığı seviyorum, çünkü sadece kendimleyim. Geçmeye çalıştığın bir rakip yok. Yenilme şansın yok. İçimdeki eleştiri oklarının yaralayacağı bir mağdur yok. Yalnızken kimse sana iltifat etmiyor. Yalnızken yanlış yapma imkanın da yok. Ne eksik ne de fazla söylenmiş sözler, yapılmış  davranışlar için kendini yiyip bitirmiyorsun. Belki yeni şeyler yaşamıyorsun, sevmiyorsun, sevilmiyorsun ama en azından kırmıyorsun, kırılmıyorsun da. Yalnızlık çelik bir kafes gibi. Hem seni dünyadan koruyor, hem de sana karşı dünyayı.
      Böylece 6 evet ile aşağılık kompleksine sahip olduğumu anladım. İyice hastalık hastasına bağladım.