Ders çalışmaktan daimi surette nasıl kurtulurum ve yaşamımı dilediğimce devam ettirebilirim derken keşke zengin olsam dedim ve daha zengin olmadan\olamadan zengin olduktan sonra yapacaklarımı planlamaya başladım(Pucca yaşar, Poena hayal kurar diye boşuna yazmadım ben).
---Şöyle 50 bin takipçim olsa, Okan çağırır beni Kraliyet Ailesinden birine. Teke tek konuşmada başarısız olduğumdan Kral Çıplak’a çıkamam. Muhabbet ve Muhallebi Kralı’na çıkacak kadar bilgi sahibi de olmadığımdan ( azıcık hukuk çalışaydın ya. Bir sorunla ilgili hukuki görüş bildirirdin) kaldı bana Medya Kralı. Programa da Okan Yalabık, Tarkan ( oha demeyin zaten ütopik bir yazı bu), Serhat Tutumluer, Devrim Evin gelsin. Bu adamların yanında bulunmak zaten heyecandan öldürmeye yeter beni, bir de o kadar seyirci izleyecek diye gerilirim ben. Gerilince çok sinirli olurum (Normalde de öyleyim ama burada bir ekstrem hal söz konusu olur). Okan da sağ olsun alay etmeyi sever. Programın sonunda ben ona bir tokat patlatırım (Hukuk okuyorum ama şiddete karşı değilim, mağdurun 18 ini aşmış erkek ve failin kadın olması koşuluyla). Ya da zihnimin beni sevmeyen tarafı ‘Rezil oldun salak, rezil oldun’ diye diye kalp krizinden öteki tarafa yollar beni. Ben en iyisi konuşmayayım. Onlar konuşsun, telefonlara cevap versinler, ben alayım elime bir kitap, onu okuyayım. Evet, evet öyle yapayım. Hem magazin haberlerinde ‘Programına çıktı, ama Okan’ı tınlamadı’ falan derler. Ünüme ün katarım böylece.
---Çıkışta Okan Yalabık’ı bizim eve mi atsam ha. Nasıl konuşayım ki ben onunla? Yazarak anlaşamaz mıyız? Bu utangaçlık başa bela. Azıcık bile olsa hoşlandığım hiçbir erkekle konuşamamışımdır. Konuşsam bile hep onları aşağılamış, azarlamışımdır, kendilerini sevdiklerimi anlamasınlar diye. Gözler kalbin aynasıdır, derler ama yalan yani. Benimkilerden yalnızca öfke fışkırıyor. Ya da bu erkekler okuyamıyor gözleri. Zihin okuyucu araçların üretilmesi için teşvikte bulunayım ben. Hem bilimi destekliyorum derim hem de kendimi ifade etmenin çaresini bulurum. Ben bunları düşünürken Okan çoktan evine gitmiş olur, ben de evime atarım kendimi.
---Evi İstanbul’dan alırım. Site içinde, bahçeli, dünyadan ırak bir yer olmaz. Nişantaşı, Cihangir, Taksim gibi bir yerde olsun. Araba da alırım ama şahsen kullanmam. Trafikte o kadar bekleyemem, arkadan biri selektör yapsa ya da korna çalsa beysbol sopasını kaptığım gibi indiririm camlarını. Sonra polisler, mahkeme....Ünlüyüm diye basın da gelecek . Offf yani.. Yürüyerek giderim ben her yere.
---Bir Hollywood filmi de çektiririm. Kadın başrolde elbette ben varım. Hatta filmde yardımcı kadın oyuncu ödülüne aday olacak kıymette biri yer alamayacak. Erkek başrolde Matthew Macfadyen, yardımcı erkekte Okan Yalabık( ben niye taktım ki bu adama)/Edward Norton/Andrew Buchan’ı düşünüyorum. Senaryoyu da ben yazarım. En iyi senaryo ve en iyi kadın oyuncu ödülünü ‘Oscar goes to Poena’ repliği eşliğinde alırım. Ödülü kim versin? Kim versin?..Hımmm.... Kevin Spacey. Ödülü alırken bir öpücük kondururum ben ona, sonra da ülkeme, aileme, başta Matthew olmak üzere tüm film ekibine ve beni bugüne getiren takipçilerime teşekkür ederim.
---Kütüphane kurma hayalim vardı ama o makul emeklilik ikramiyesi için kurulmuş bir hayaldi. Bu kadar ünlü ve zengin olduktan sonra niye kendimi kütüphaneye kapatayım. Evde okumaya devam ederim.
---En son hayalim de Ay’a gidebilmek. Gidecek her Türk’ün yapacağı gibi bende öncelikle Türk bayrağını dikerim. Yanıma tartımı da alıp Ay’daki yer çekiminin azlığının güzelliğiyle (ne tamlama oldu be vaaoovvv) tartıdaki hafifliğimin fotosunu çeker, profile koyarım. Son resmim de bu olacak zaten, çünkü geri dönüş yolunda bilinmeyen bir sebepten dolayı uzay mekiğimiz kaybolacak ve biz uzay boşluğunda yanarak öleceğiz, küllerimiz tüm evrene dağılacak. İşte mutlu son.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder