11 Temmuz 2012 Çarşamba

İstanbul'u Anlamak 2

      Sabah erken kalkıp kuzenimin yanına gittik. İstanbul’dayken kaldığımız evde şimdi o oturuyor. Apartman girer girmez burada geçirdiğim yıllar geldi aklıma. Bu İstanbul yolculuğu bir geziden ziyade geçmişe dönüş gibi oldu zaten. Tavan küçülmüş galiba, bir şey mi yaptılar diye sordum. Sen büyüdün Poena, ondan küçük göründü gözüne dedi kuzen. Ben büyüdüm değil mi? Kocaman oldum.    
            Oradan çıkıp Şirinevler’e kadar yürüdük. Yol boyunca yemediğimiz laf kalmadı. Buranın erkekleri kendilerini evrenin sahibi görüyorlar. Ankaradakiler sadece bakıyorlar, bunlar ısrarla laf atmaya devam ediyorlar.
     Eminönü otobüsüne doluştuk. Otobüsler iyi ama istanbulkart işi olmamış. Burada ikamet etmeyenler için büyük zorluk. Napcaz biz? Hiç düşünmediniz mi dışarıdan gelenleri? Halk otobüslerinde de kart isteniyor. Oysa onu İETT den ayıran tek şey kart olmadan binilebilir olmasıydı. Şimdi ne fark var İETT ile halk otobüsü arasında. Al onları da kamulaştır o zaman.
        Eminönü’ne iner inmez balık kokusu karşıladı bizi. İstanbul’dayken haftada 2 defa balık yiyen ben Ankara’ya gittiğimden beri elimi sürmedim onlara. Oraya gelinceye kadar bayatlıyorlar sanki, böyle ölü ölü bakıyorlar. Buradakiler taptaze. Adamlar denizde tutup hemen pişiriyorlar. Hijyenik değil ama neydelim. Yemekten sonra kuşlu camiye girdik. Dur ya.. Giremedik ki camiye. Bizimkiler avludaki kapıya dizilip fotoğraf çektirmeye başladılar. Zaten her 3 adımda bir fotoğraf molası veriyoruz.
        Sonra güzel kokulu Mısır Çarşısı’na girdik. Orada da çıktı fotoğraf makinesi meydane. Otları koklarken, kahve fincanlarını tutarken, çantalara bakarken, mesaj yazarken, gülerken, şaşarken... Her hallerini kare kare fotoğrafladılar. Aynı pozlar Galata Kulesi’nde de verildi. Kuzenim sayesinde yeni bir batıl inanç daha öğrenmiş oldum. Bir dilek tuttuktan sonra kulenin etrafını içimizden sürekli bu dileği tekrarlayarak bir kere turlarsak dileğimiz gerçekleşirmiş. Batıl inanç dediğime bakmayın hemen yaptım tabi ki. Gerçekleşirse yazarım artık.
Oradan da Taksim’e kadar yokuş tırmandık. Taksim..Taksim..Taksim.. İnsan...İnsan... İnsan... İstanbul insan kusuyor artık. Çok bunalmış bu şehir. Yüzölçümü Ankara’nın yarısı ama nüfusu onun 2 katı. Tayyip İstanbul’a vize getirelim dediğinde Ankara’dan bağırıyordum ‘O kimmiş de bizim İstanbul’a girmemize engel olur, seyahat özgürlüğümüz var’ diye. Ama buradan bakınca haklı olduğunu görüyorum. Ben daha radikal davranacağım. İstanbul nüfusunun azaltılması gerek. Bu kadar insanı kaldırmıyor bu şehir. Gördüğüm bu yer benim çocukluğumun şehri değil. İstanbul kendine has havasını yitirmiş, kültür başkenti olmaktan uzaklaşmış. Sanayi, kültür, turizm, liman, ticaret, moda, eğitim.. şehri. Bir şehre ne kadar fazla sıfat yüklersen o kadar fazla değersizleştirmiş olursun. Nasıl ki bir insan aynı zamanda doktor, mühendis, avukat olamazsa, bir şehirde bu kadar niteliği bünyesinde barındıramaz. Gemi yapmak için Karadeniz'de yer kalmadı, tersaneler acilen taşınmalı. İstanbul sanayi şehri de olmamalı. Kamu binalarının merkezlerinin de İstanbul'a taşınmasından vazgeçilmeli. İstanbul bir kartpostal şehri gibi olmalı. Gez, gör, dolaş, foto çek ve git. Turizm ve kültür şehri niteliğinin yanı sıra tarihi binalar korunmalı. Hatta İstanbul bütünüyle sit alanı sayılmalı.
Taksim’de Saint Antione'a da uğradık. Seneye sınavı kazanıp hakim olayım dileğiyle bir mum yaktım. Kilise eski ve pek güzeldi. Tarih güzeldir. Tarihi binalar da güzeldir. Bak o Topkapı surları hala duruyor. Ama yeni olan her şey yıkılıyor. Özenli yapılmıyorlar. Çünkü çok insan, çok ihtiyaç var. Bu talebi karşılamak için de hemencecik kartondan binalar inşa ediliyor. Yazıktır İstanbul’uma. Onu da alıp yanımda mı götürsem? İstanbul Ankara’nın kucağında biraz dinlensin.
Taksim güzeldi hala. Fazlasıyla üniversal olmuş. Bir yanda kara çarşaflılar, diğer yanda mini etekli Avrupalılar. Garip bir şehir olmuş. Zaten İstanbul’a geldiğimden beri dilimden düşmeyen tek kelime bu,garip.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder